HAMİTABAT KÖYÜ TARİHÇESİ
PLEVNE DESTANI
“ TUNA NEHRİ (NEDEN?) AKMAM DİYOR”
Eğitimci Yazar: Macit SABIR
Bu Tarihçe Öyküsü, yalnız köyümüzün değil, 93 Harbi ve sonrası (1878-1898 yılları
arasında) Rumeli ve Balkanlar’dan göç edenlerin ortak öyküsüdür.
ÖNSÖZ
Tarih, olayları yer ve zaman göstererek anlatan bilim dalıdır. Tarihçe ise; tarihin belge ve bilgilerine dayanarak, ilgi duyulan bir olayın özel olarak ele alınıp yazılmasıdır.
Hamitabat Köyü Tarihçesi de bu tanımlardan yola çıkılarak hazırlanmıştır. Önce Tarih sayfaları arasında araştırma yapılmış; belge, bilgi, dayanak, yer ve zaman bulgularına ulaşılmış; ardından da Hamitabat Köyü’nü kuran insanların tarih içinde geçirdikleri yaşam öyküleri, yer ve zamanlara bağlı kalınarak ele alınıp belgelenerek yazılmıştır.
AMAÇ: Çocuklarımıza ve torunlarımıza karşı görevimizi yapmak ve hem atalarımızın (Dedelerimizin) hem de köyümüzün geçmişi konusunda gerçek bilgileri aktarmaktır. Bu tarihçe yazılırken hiçbir zaman, insanların toplumsal özelliklerini biyolojik, ırksal özelliklerine indirgeyerek; bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu ileri sürerek; ırkçılık, kafatasçılık, faşistlik ve şovenlik gibi İnsan Hakları ve Demokratik Yaşam vazgeçilmezlerine aykırı olan görüşlere ve övgülere yer verilmemiş; ortam hazırlanmamıştır. Önemli olan ve değer taşıyan İNSAN OLMAKTIR. İnsanlık tarihi kadar eski bir geçmişi olan atalarımızın bizlere bıraktıkları mirasa sahip çıkmak, daha ileriye taşımak, çocuklarımıza ve torunlarımıza aydınlık bir gelecek hazırlamak için önem taşır. Yaşadığımız zaman diliminde, geçmişi (tarihi) inceleyip dersler çıkarmak ve geleceği bu çıkarılan derslere göre planlamak temel düşünce olarak kabul edilmektedir.
İNSAN OLMANIN YAPISI: Çocuk önce annesini, sonra babasını ve daha sonra da ninelerini, dedelerini tanır. Kim olduklarını, neden bir arada yaşadıklarını sorar. Eğer yaşıyorlarsa büyük ninelerini ve büyük dedelerini tanır, yaşamıyorlarsa sorar, öğrenmek ister. Daha sonra diğer akrabalarını, ayni ortamda yaşadığı diğer insanları ve ulusunu tanır. Sonra; oturdukları evlerini, komşularını, semtini, mahallesini, köyünü, kasabasını, kentini ve yurdunu tanır, bunlar konusunda bilgi öğrenmek ister. Bunun sonucunda ‘BEN KİMİM?’ ‘BİZ KİMLERİZ?’ Sorularına yanıt arayıp kendisini ve ailesini tarihin bir sayfasına oturtmak ister. Çünkü İnsanlık Tarihi ve Uygarlık Tarihi bunu gerektirmektedir. Eğer anne ve baba, çocuğuna yeteri kadar bilgi aktaramıyorsa, çocuk en çok büyük ninelerine ve büyük dedelerine kadar gider, orada tıkanır ve soru işaretleri ile birlikte yaşamını sürdürür. .Okuldaki tarih kitapları bilgileri ışığında sorularını yanıtlamaya çalışır. Ta ki birileri çıkıp sorularına yanıt verinceye kadar...
Atalarımız, göçebe yaşamından yerleşik yaşama ancak 700 yıl önce geçebilmişlerdir. Bunun nedeni; yaşadıkları ortamın ve geçim tarzlarının yerleşik yaşama uygun olmamasıdır. Bu ortama ancak Anadolu’yu aldıktan ve kalıcı yurt olarak seçtikten; tarıma ve ticarete yöneldikten sonra kavuşmuşlardır. Oysa Çin’de, Hindistan’da, Mezopotamya’da, Anadolu’da, Mısır’da ve Avrupa’daki uluslar, Milattan Önceki Bin Yıllarından itibaren (İçinde bulunduğumuz 2007 yılından en az 3.000 yıl önce) tarıma, ticarete zanaata ve sanata yönelmiş; köyler, kentler, kalelerle çevrilmiş şatolar kurarak yerleşik yaşama geçmişlerdir. Yazılı tarihleri ve belgeleri üç bin yıldan beri vardır. Bu nedenle, geçmişleri hakkında bütün bilgilere kolayca ulaşabilirler; kendi ailelerinin soy ağacını, başlangıcından yaşadıkları zaman dilimine kadar, resim ve fotoğrafları ile aile arşivlerinde bulabilirler.
TÜRKLERDE İLK ‘BİZ KİMLERİZ?’ SORUSU: Anadolu’yu aldıktan sonra, geçimleri hayvancılık ve avcılık olan ve kalıcı ev yerine göçebe çadırlarını tercih eden, bu nedenle de savaşarak aldıkları kentlere, kasabalara ve köylere yerleşmeyi hiç düşünmemişler; en verimli otlaklar kenarına göçebe çadırlarını kurmuşlar ve Orta Asya yaşam tarzlarını; Osmanlı Devleti kuruluşuna kadar sürdürmüşlerdir. Yerleşik yaşama geçtikten yüz yıl kadar sonra, M.S. 1420 yıllarında, Padişah 11. Murat, ulusunun değil de atalarının soy ağacını araştırmaya başlamış; o tarihlerden sonra da Osmanlı Tarihçileri göreve başlayarak arşiv
oluşturmaya başlamışlardır. Bu tarihçilerin görevi; Osmanlı soyunun başlangıcını bulmak ve Osmanlı Devleti’nin tarihini yazmaktır. Türklerin yani ulusumuzun tarihini araştırmak söz konusu değildir. Çünkü Türk demek, küçültücü bir isim demektir. Bu nedenle yabancı tarihçilerden başka hiçbir kimse, ‘Bizim Ulusumuz Türk’tür ve ben Türküm’ diyememiş; ‘Osmanlıyız’ diyerek yaşamını sürdürmüştür.
M.S. 1800’lü yıllarda Namık Kemal ve O’nun gibi düşünen aydınlar ‘Ben Türküm’ diye seslerini duyurmaya ve halkımızı aydınlatmaya başlamışlardır. Kurtuluş Savaşı ile birlikte Türk Ulusu söylemi önem kazanmış ve kazanılan savaş sonucunda hepimizin yurttaşı olmaktan övünç ve kıvanç duyduğu TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ kurulmuştur. İlk Cumhur Başkanımız ATATÜRK, yaptığı devrimlerle ulusumuzu yüceltirken, kurduğu kurum ve kuruluşlarla da ulusumuzun köklü bir devlet yapısına kavuşması için gerekli çalışmaları başlatmıştır. Bunların başında TÜRK DİL VE TARİH KURUMU gelmektedir. Bu kurumda görev alan konularında uzman bilim adamlarımız dünya dil ve tarihçileri ile bir araya gelerek; araştırma, inceleme, kazı yapma,gerçekçi bilgi ve belgelere ulaşma yöntemleri ile çalışmalara başlamışlar ve bunun sonucunda tüm dünyadaki dil ve tarih uzmanlarının, tarihi yazan bilim adamlarının da kabul ettiği;’ TÜRKLERİN TARİHİ’ adını verebileceğimiz ciltler dolusu, yüzlerce eser okumaya, incelemeye, araştırmaya ve kaynaklık etmeye hazır duruma getirilmiştir.