TRAKYA ATEŞİ HAMİTABAT
HOŞGELDİNİZ  
  ÖNSÖZ
  KÖYÜMÜZÜN TARİHÇESİ
  Galeri
  VİDEOLAR
  AŞK SÖZLERİ
  DUVAR YAZILARI
  Soğuk Espriler
  FORUMLAR
  İletişim
  Ziyaretçi Defteri
  Anketler
  GİZLİ BÖLÜM
efsane39___39@hotmail.com
Bugün 2 ziyaretçi (3 klik) kişi burdaydı!
KÖYÜMÜZÜN TARİHÇESİ

        ARTIK HAMİTABAT KÖYÜ’NÜN VE BU KÖYÜ KURAN İNSANLARIN DA

KENDİLERİNE ÖZGÜ BİR TARİHÇELERİ VAR.

    Köyümüze yeni gelen biri veya birileri, bizimle ilgili bilgi sahibi olmak için, bize veya içimizden birilerine: ‘Nereden geldiniz? Buraya nasıl yerleştiniz? Köyünüzün adı Domuz Ormanı mı, yoksa Hamitabat mı? Sizin geldiğinizde bu köyde kimler yaşıyordu? Siz buraya nereden göçmen geldiniz? Eski yerinizden neden göç ettiniz? Siz Pomak mısınız, Gacal mısınız, Boşnak mısınız, aslınız nedir?’ Diye sorular sorduğunda, doyurucu yanıt verememenin; hatta hiçbir şey söyleyememenin ezikliğini yaşarız. ‘Bu konuda neden bilgim yok?’ Diye üzüntü duyarız. Anamızın, babamızın, ninemizin, dedemizin; tüm akrabalarımızın, birlikte yaşadığımız komşularımızın kimler olduğunu bildiğimiz gibi, bize sorulan yukarıda ki soruların da yanıtlarını vermek isteriz. Yazılı bir kaynak bulamayız. Bu konuda bilgisi olduğuna inandığımız kişilere gideriz. Doğru olduğu her zaman tartışma konusu haline getirilebilecek ve bir başka kişi tarafından ‘Hayır, öyle değil, böyle…’ Diye bir başka görüş ileri sürülen ikilemler karşısında kalırız…

     Hamitabat Köyü çocuğu olan ben, tüm bu sorularla karşılaşmış; köyüm ve köyümde yaşayan güzel insanlarımın da bu soruların yanıtlarını bundan sonra TARİHİ GERÇEKLERE VE BELGELERE DAYANARAK yanıtlayabilecekleri ve torunlarına taşıyabilecekleri bir tarihçe yazmaya karar verdim. Tarihçede yazılı bilgi ve belgelere ulaşmak, araştırmak ve bunların arasından öz ve özet bilgi çıkarabilmek yaklaşık beş yılımı aldı. Tarihçenin sonuna eklenen başvuru kaynaklarından çoğu, hem elimin altında değildi, hem de kolay bulunup ulaşılacak ve inceleme yapılabilecek mekânlarda değildi. Bazen de çok kolay ulaşılabilecek gibi görülen belgeler, en zor ulaşılan belgeler oluyordu. Bu nedenlerle beş yılın içinde sadece beş ay sürebilecek bir çalışma bu kadar uzun sürdü. Edindiğim ve gerçek olduklarını belgelediğim bilgilerin bir bölümlerine öykülerimde yer verdim. Bu tarihçe bir ailenin veya bir sülalenin soy ağacı veya soy kütüğü değildir. ‘Bu tarihçede benim dedem nerede? Bizim sülalemizin adı neden geçmiyor?’ Diye hayıflanmayın. Cumhuriyetin kuruluşuna kadar ne nüfus cüzdanı vardı, ne de nüfus sayımı yapılıyordu. İnsanlar birey olarak değil; topluluk olarak sayılıyordu.’Salur Kazan’ın kaç insanı, kaç hayvanı var?’ gibi toplu sayımlar yapılı-yordu. Bu topluluğun içinde, saygınlığa ulaşmış az sayıda kişilerin adlarına ulaşılabiliniyordu. Bu nedenlerle tarihçede ulaşılabilen isimler, olayların geçtiği zamanlarda yaşamış ve öne çıkmış kişilerdir. Salur Boyu, tarihçede de görüleceği gibi, birbirlerine soy,

kan ve akrabalık bağları ile bağlanmış ve bu bağları sürdürmüş bir boydur. Bu boyun her bireyi, en az adı geçenler kadar saygın ve onurludur.

      Tarihçeyi yazarken yararlanılan kaynaklar sona eklenmiştir. Araştırmayı daha derinlere ve ayrıntılara götürmek isteyenler, bu kaynakları referans olarak ele alıp; tarafımdan saptanamayan ve ulaşılamayan kaynaklara da ulaşarak tarihçeyi daha da zenginleştirebilirler.

     ÖN SÖZÜN SON SÖZÜ: Genelde tarihçeler yazılırken baştan başlanır ve sona gelinir. Ben, belki de şimdiye kadar uygulanmamış bir yönteme başvurdum. İçinde yaşadığımız zaman diliminden, sorular sorarak, kısa -öz yanıtlar vererek; araştırmaların merak ve dayanaklarını göstererek en başa gittim. Sonra da bizim için gerekli olan ayrıntılara girip;700 yıllık bir yolculuk yaparak günümüze geldim. Olayları öykünerek anlatma yolunu seçme nedenim ise; öykü yazmayı sevmemden öte; okuma özürlü bir toplum olmamızın sıkıntısını aşabilmek ve elden bırakmadan sona kadar okunmasını sağlayarak amaca ulaşmak içindir. Bu yöntemin uygulanması sonucu,1950 yıllarında yaşayan köyümüz insanlarının sosyal yaşamlarından da kesitler sunarak, köyümüzün yakın tarihçesini de yazmaya çalıştım. Böylece, yakın ve uzak olmak üzere, iç içe geçmiş iki öykülü anlatımla ’Hamitabat Köyü Tarihçe Öyküsü’ diyebileceğim bir yapıt ortaya çıkmış oluyor düşüncesindeyim…

                                                                                                                                                      

                                            -   BİRİNCİ     BÖLÜM -

                   

                         TUNA NEHRİ ( NEDEN) AKMAM DİYOR NİNE ?..

      

      1952 – 53 yıllarındaydı. Köyümüzün Yukarı Mahallesi’nde, Köy Meydanı yanında evi ve dükkânı olan Bakkal Mustafa’nın (Mustafa Sabır) Dokuz, on yaşlarındaki oğlu olarak çocukluğumu yaşıyordum. Köyümüzde düğün vardı. Davullar adet olduğu üzere, ikindi namazı sonrası Köy Meydanına çıkmış, ‘Osman Paşa Türküsünü’ büyük bir coşku ile çalarak ve davullara her zamankinden daha bir başka ve daha bir hızlı vurarak; kahvelerde bulunan köy halkımızı, damat tıraşına davet ediyorlardı. Evimiz ve geçimimizi sağlayan dükkânımız, Tülümen’lerin alt tarafında, şimdi Bahri Can’a ait olan ev ve dükkânın bulunduğu yerde olduğu için, köyümüzün gelişen olaylarını anında izleme olanağına sahiptim. Köy Konağından alınan bayrağı taşıyan iki gencin davulların yanına gelmesi ile birlikte, kahvelerden çıkan köy halkının da toplanmaya başladığı görülüyordu. Toplananların arasından Reşat Yüksel ve arkadaşları gür bir sesle ‘Tuna Nehri akmam diyor. Etrafımı yıkmam diyor.’ Kahramanlık Ağıtını, davul ve zurnaların ritmine uyarak söylemeye başladılar. O zamana kadar böyle bir durumu gözlememiş olduğum için çok etkilenmiştim. Toplananlar bayrak önde, ağıtı söyleyerek düğün evine doğru yola koyuldular…

      Babama dönüp sordum: ‘Neden Tuna Nehri akmam diyormuş Baba?’ Babam şöyle bir iç geçirip, Tuna Nehri Ağıtı’nın etkisinden sıyrılmaya çalıştıktan sonra :’Bunu benden değil, Ninen ve Dedenden dinle. Onlar sana daha çok bilgi verebilirler.’Dedi. Baba tarafımdan Ninem ve Dedem ölmüşlerdi. Anne tarafımdan olanların evleri de bize yüz metre kadar uzaktaydı. Elli, elli beş yaşlarındaki Ninem sorumu duyunca, davullardan duyup da içinden eşlik ettiği ağıtı, gözyaşları arasında yüksek sesle söylerken beni kucağına oturtup anlatmaya başladı:’Ben ve Deden burada doğduk. Olanları anamızdan, babamızdan dinledik. Bizim memleketimiz, şimdi Bulgaristan da olan Lofça ve Plevne imiş. Lofça, Plevne’nin ilçesiymiş. Ruslar bütün ordularını toplayıp Plevne’ye saldırmış… Bak, Deden geldi. Gerisini o daha iyi anlatır. Anacığımın dediği gibi yüreğim yanmaya başladı yine… Dedem konuyu öğrenip devam etti:’Ruslar beş yüz yıldır dedelerimizin yaşadığı topraklardan bizleri atmak, yok etmek istemiş. Başımızda Osman Paşa varmış. Cesareti çok, askeri azmış. Rusların ise, cesaretleri az ama askerleri çokmuş. Lofça ve Niğbolu, Plevne kalesine toplanmış. Savunmaya geçmişler. Düşman o kadar çokmuş ki Tuna’daki kum gibi, Türkler o kadar azmış ki tavukların önüne atılan bir avuç mısır gibi. Savaşa katılmış olan babam öyle derdi. Osman Paşa, Padişahtan asker istemiş. Padişah:’Asker yok. Başının çaresine bak. Türk’e yakışanı yap.’ Demiş. Osman Paşa yakışanı yapmış, Bir avuç askerle bir yıl dayanmış. Düşmana saldırmış, onları yıldırmış, kaleyi korumuş. Dedelerimiz, ninelerimiz hep                                                           yanındaymış. Ama kalede yiyecek tükenmiş. Açlık başlamış. Düşmanın da istediği buymuş. Osman Paşa herkesi toplamış,’Açlıktan ölmek var, vuruşarak ölmek var, teslim (esir) olup yaşamak var. Hangisini yapalım?..’ Demiş. Herkes bir ağızdan ‘Vuruşarak ölelim.’Demiş. Osman Paşa kendini atının üzerine sıkıca bağlatmış. ‘Kuşatmayı yarıp geçmeye çalışacağız. Ölenler şehit, kalanlar gazi olacak. Ama esir olmayacağız. Osmanlı, Plevne’yi gözden çıkarmış. Bize de beş yüz yıl önce atalarımızın kan dökerek aldığı, bizlere yurt yaptığı buraları bırakıp gidin demek istiyor, ama diyemiyor. Biz yirmi bin kişiyiz. Düşman yüz yirmi bin kişi. Etrafımız kuşatılmış. Bu zamana kadar kahramanca savaştık. Toplarımızın gülleleri, tüfeklerimizin mermileri kalmadı. Yiyeceklerimiz tükendi. Bizlere düşen görev, atalarımıza lâyık olan evlatlar olduğumuzu göstermektir. Kendimi atımın üzerine bağlattım. Yaralansam da ölene kadar savaşmak için. Düşman ordusunu yarıp geçmeye çalışacağız. Eğer başarabilirsek hep birlikte Anayurdumuza gideriz. Ölenlerle cennette buluşuruz. Gazi olarak kalacak olanlara vasiyetim, artık burada durmayın. Anayurda göç edin. Allah yardımcımız olsun…’ Dedem, derin bir iç geçirerek devam etti.’ Yirmi bin kişi, yüz yirmi bin kişiye ne yapsın? Savaşmışlar, vuruşmuşlar, kuşatmayı yarmaya çalışmışlar, ortalara geldiklerinde yarıdan fazlası şehit düşmüş… Geri kalanların etrafı sımsıkı sarılmış. Elleri, kolları bağlı gibi hareketsiz bırakılmışlar. Teslim olmamışlar, savaşmaktan vazgeçmemişler ama kıpırdayacak yerleri kalmamış. Yaralıları kucaklarında, kılıçları ellerinde Osman Paşa’nın etrafında halka olmuşlar, atlar ve insanlar birbirine karışmış, öyle sıkıştırılmışlar ki, kollarını kaldıracak hareket alanları yok… Düşman askerleri; kılıçlarını kaldırmış, tüfeklerini doğrultmuş altı aydır yenmeye uğraştığı, bir türlü yenemediği, kendi sayılarına göre bir avuç olan Türkleri yenmenin zevkini öldürerek çıkarmak üzereler. Birden, düşman komutanının sesi duyuluyor: ‘ Sakın kılıç sallamayın, sakın ateş etmeyin. Biz de olsak topraklarımızı böyle savunmak isterdik. Bu kahraman insanlara saygı göstermek insanlık borcudur. Ben komutanları ile görüşünceye kadar bekleyin.’ Komutan zorlukla açılan aradan Osman Paşa’ya ulaşır:’Savaşın sonu geldi. Tarihe geçecek kahramanca bir savunma yaptınız. Siz ve askerleriniz öldürülmeyecek ve esir alınmayacaksınız. Silahlarınızı teslim etmeyin. Sizler bizim konuklarımızsınız. Dinlenin, yaralarınızı sarın, şehitlerinizi gömün, kadınlarınızı ve çocuklarınızı yanlarınıza alın. Gücünüzü topladığınızda istediğiniz yere gidebilirsiniz. Sizin gibi bir komutanı ve bu kahraman askerleri saygı ile selamlıyorum. Lütfen bu önerilerimi kabul edin.’ Der. Atının üzerinde bağlı, dimdik duran Osman Paşa, bütün gözleri kendisine çevrilmiş, ölmek için bir işaretini bekleyen askerlerine; yaralarından kanlar, gözlerinden kanlı yaşlar akarak bakar:’Evlatlarım, görevimizi yaptığımıza, yukarıda Allah ve aşağıda Tuna Nehri ile dağlar, taşlar, kuşlar ağaçlar ve bizimle savaşan bu insanlar şahit. Bundan sonra direnmek cinayet olur. Düşman komutanının verdiği sözleri tutacağını umuyorum. Silahlarınızı toprağa dayayınız. Savaşı kaybettik ama esir olmadık. Sizlere söylediklerimi unutmayın. Allah sonumuzu hayırlı etsin.’ Dedi. Dedem, Mehmet Özcan (Mehmet Çavuş), Askerliğini Kurtuluş Savaşı sonrasında ve Cumhuriyetin ilk yıllarında Çavuş olarak yapmış: köye dönüşünde bir dönem muhtarlık yapmış, köyümüzün önde gelen kişilerinden biriydi. Bu nedenle hem askerlik, hem de yöneticilik deneyimleri vardı. Bu duygular içinde derin bir iç geçirerek, bakışlarımla ‘hadi anlatsana ‘ diyen bana baktı ve sözlerine:’Verilen sözler tutuldu. Sağ kalan dedelerimiz ve babalarımız şehitlerini gömdüler. Yaralarını sarıp, savaş öncesi Plevne ve Lofça’da bıraktıkları kadın ve çocuklarından sağ kalanları buldular. O zamanki savaşlar, yalnız cephede yapılır, iki ordu savaş meydanında karşılaşır, savaşa katılmayan; çocuk, kadın, hasta ve çok yaşlılar, evlerinde savaş sonucunu beklerdi. Yenilen taraf, yenen tarafın isteklerine göre hareket eder, esir alma ve yağma işlemleri savaş sonucuna göre gelişirdi. Düşman komutanı, Osman Paşa ve askerlerini konuk kabul edince, esir alma ve yağmalama uygulanmamış; silahlar kınlarına konulup, herkes evlerine dönerek yaralarını sarmaya ve gelecek için planlar yapmaya başlamışlardı. Boyumuzun ve soyumuzun önde                                                          gelenleri Tuna kıyısında toplanıp şehitlerine dua edip mevlit okuyorlar; acılarını, üzüntülerini, duygularını ve şehitlerinin kahramanlıklarını, iyiliklerini, değerlerini dile getiren ezgiler, maniler, türküler yakıyorlardı. Tuna Nehri’ne bakarak yakılan bu türkülere, nehir de ortak edilmiş, acılar ve üzüntüler Onunla da paylaşılmış, beş yüz yıl bereketinden yararlandığı nehri, ailesinden biri gibi saymış, nehrin de kendileri gibi acı çektiği sonucuna varmış ve ağıtlarını bu duygularla yakmıştır. Bu kadar kahramanlık yapan; yurtlarını, topraklarını, Tuna Nehrini korumak için canlarını veren şehitlerin üzüntüsünü kendileri gibi duyumsayan nehir; akmaktan, etrafını yıkmaktan ve bereket saçmaktan vazgeçmiş; O da yas tutmaya başlamıştır… Ninelerimizin, dedelerimizin yaktığı bu ağıt, kısa sürede tüm yurda yayılmış; Plevne Kahramanlık Ağıtı olarak, Osman Paşa Türkü Marşı veya Marş Türküsü olarak tarihteki yerini almıştır.’ Dedem, cebinden çıkardığı mendili; Ninem, yaşmağının uçları ile gözlerinden süzülen yaşları silerken derin bir iç geçirdiler. Dedem sözlerini şöyle sonlandırmak istedi:’Plevne Savunma Savaşı’na tarihte Osmanlı-Rus Savaşı adı verilir. 19 Temmuz, 10 Aralık 1877 tarihleri arasında, yaklaşık altı ay sürmüştür. Plevne’nin 40 km. kadar yakınında olan, Lofça Kentindeki dedelerimiz bu savaşa baştan sona katıldılar, canlarını ortaya koydular. Tüm dünyada hayranlık uyandıran kahramanlıklar yaptılar. Ölenler şehit, kalanlar gazi oldular. Tarihin altın sayfalarında adsız kahramanlar olarak yerini aldılar. Şehitlerini unutmayan ve onları sonsuza kadar yaşatmak isteyen geride kalan gaziler de Osman Paşa Marşı ağıtını yaktılar. Bu marşı bizim ninelerimiz, dedelerimiz savaşarak, şehit düşerek, gazi olarak yazdı. Bu marş bizim marşımızdır. Her önemli günlerimizde; sevinçte olsun, üzüntüde olsun bu marşı söylemek, söylendiğini duyunca, duygulanıp katılmak bizim yaşam tarzımız olmuştur. Biz böyle büyüdük. Ninnilerimizde duymaya başladığımız marşı, her yaşımızda ayrı bir coşku ile söyler olduk. Sizleri de bu marş ile büyütüyoruz… Eeee, Torunum, şimdi öğrendin mi TUNA NEHRİ (NEDEN) AKMAM DİYOR?’ Ben de çok duygulanmıştım. Buğulanan gözlerimle onlara bakarak, boğuklaşmış bir sesle, yarım kalmış bir masalın sonunu merak eden bir çocuk isteği ile sorumu sordum:’ Sonra ne olmuş Dede?’ Dedem zaten bu soruyu bekliyormuş: ’Boyumuzun ve soyumuzun önde gelenleri toplanmışlar. Osman Paşa’nın vasiyetine uyarak Anayurda göç etmeye karar vermişler. Çünkü toprakları düşmanlar tarafından alınmış ve kendileri de köle olarak kullanılmak istenmiş. Göçe kimlerin katılacağı uzun uzun görüşülmüş. Kan bağı akrabalığı olanlar ile kız alıp verme yolu ile akraba olanlar bir araya gelerek bir boy oluşturmuşlar. Üç yüz hane kadar olmuşlar. Üzeri kapalı arabalarını hazırlayıp, götürebileceklerini yüklemişler. Anayurda kadar 500 km.’ye yakın yol varmış. Bu yol bu kalabalıkla en az 15 gün, en çok bir ay sürermiş. Bunun için gerekli hazırlıklar yapılmış, göç kafilesine yol gösterecek, saldırılara karşı koruyacak, konaklama yerlerini seçecek, yardıma ihtiyacı olanların yardımına koşacak, eli silah tutan genç ve orta yaşlılar seçilmiş, atlar onlara verilmiş. Göçü yönetmek üzere de boyumuzun bilge kişilerinden beş kişi seçilmiş. Bunların başında, senin babanın babası Molla Ahmet Deden varmış. Uzun ve yorucu bir göç yolculuğundan sonra, 1878 yılının yaz ayları başında Kırklareli’ne ulaşmışlar. Kırklareli o yıllarda Edirne ili’ne bağlı bir Sancak (İlçe) imiş. Başında yönetici olarak da Mutasarrıf (Kaymakam) varmış. Bu kadar kalabalık bir göç kafilesini şehirde konuk edememişler. Kavaklı Köyü yakınındaki açık alana kamp kurup geçici olarak yerleşmelerini istemişler. Buraya ‘Osman Paşa Göçmen Misafirhanesi’ adını vermişler. Dedelerimiz, babalarımız buraya yerleşmişler. Bu alana ağaç dikmişler. Köyümüzün yerine gelinceye kadar orada beş, altı ay kalmışlar. Bugün Kavaklı Meşe Korusu olarak anılan yerdeki meşe koruluğu, dedelerimizin diktiği ağaçlardır. Bu gün de bu korulukta yer alan barakalar, tarihsel süreç içinde Türkiye’ye gelen soydaşlarımıza geçici konaklama yeri olarak ayrılmıştır.’ Dedem, köstekli saatini çıkarıp bakarken:’Çok geç olmuş, hayvanların yemini vermem gerek. Torunum, bugün sana anlatacaklarım bu kadar. Bundan sonrasını arkadaşlarımla görüşüp öyle anlatmam gerekiyor. Muhtarlıkta belgeler vardı. Duruyorlar mı bilmiyorum. Bir araştırayım. Bunu köyümüzde şu anda en iyi bilen,

Milletvekilliği de yapmış olan, köyümüzün çocuğu Zühtü Akın’dır. O şimdi Lüleburgaz da oturuyor. Köye geldiğinde Ondan da bilgi alırsın’ Dedi.                       

                                         

                                                              *   *   *

                                                                    

       Babam, Lüleburgaz’a ilk gidişinde ‘Osman Paşa ve Plevne Savunması’ kitabı ile beni çok sevindirdi. Yutar gibi okuduğum kitap elden ele dolaşmaya başladı. Kış gecelerinde masal anlatma yerini Osman Paşa Kitabını okuma aldı. Ninem ve o yaşlardaki arkadaşları kitap dilinden anlamadıklarından (Kitapta geçen birçok sözcüğün anlamını bilmediklerinden) ‘Kızanım, okuma, sen anlat. Masal gibi. Biz senin anlatmanı daha çok seviyoruz.’ Diyorlardı. Ama bilgilerim yetersizdi. Daha öğrenmem gereken çok bilgiler vardı. Bu konuda köyümün tüm insanlarına başvuruyor, bilgi toplamaya çalışıyordum. Köyümüzün iki adının olduğunu öğrenmiştim. ‘Eski adı Domuz Ormanı, yeni adı Hamitabat’ diyorlardı. Bu adlar nereden geliyordu? Herkes bir şeyler söylüyor, ama inandırıcı, belgeye dayalı gerçek ortaya çıkmıyordu. Kuruluş tarihi olan 1878 yılından 1954 yılına gelinceye kadar aradan 76 yıl geçmişti. Köye ilk geldiğinde 5- 10 yaşlarında olan insanlarımız şimdi 80 -85 yaşlarında oluyordu. Köyümüzün kuruluş tarihi olan 1878 yılında doğmuş olanlar da 76 yaşında oluyordu. 1954 yılında köyümüzde bu yaşta hiç kimse yaşamıyordu. Aradan o kadar uzun zaman geçmişti. 5 -6 yaşlarındayken Plevne Savaşı’na çocuk olarak tanık olmuş tek kişiyi Süleyman Ağa (Şimdi soyadları Kovancı olanların büyük dedeleri, Süleyman Kovancı) hayal meyal anılarımda canlanıyordu. Eski Köy Konağımızın ana yola bakan yan tarafındaki ağaçların altında oturur, etrafında saygı ile yer alan büyüklerle, kuşağının arasında yer alan ve sapı görülen savaş hançerini gurur ve onurla okşayarak sohbet ederdi. Keşke biraz daha yaşayıp bu günlere ulaşmış olsaydı da bilgilerinden yararlansaydım, diye düşündüm… Babam ve Dedem de hem kendi bilgilerini çoğaltmak ve tazelemek, hem de bana gerekli bilgileri kazandırmak için konunun üzerine eğilmişlerdi…

                                                         *   *   *

       Aradan iki yıl geçmiş, ben ilkokul dört ve beşinci sınıfında tanıştığım tarih kitaplarımla, sorularıma yanıt aramaya devam ediyordum. Masal ile tarih arasındaki farkı kavramış; tarihin yer ve zaman göstererek belgelere dayandığını öğrenmiş ve bunu babamla da paylaşmıştım. Plevne Savaşı’na katılanların, göç edip köyümüzü kuranların bize bıraktıkları yazılı bir belge yoktu… Önümüzde iki seçenek vardı. Birincisi, dilden dile; kuşaktan kuşağa, nineden, dededen toruna aktarılan belgesiz söylenceleri öğrenmek. Bunu yapmaya hemen başlamıştık. İkincisi, köyümüzün okumuş, yazmış kişileri ile iletişim kurarak bu konuda bilgilerini ve varsa belgelerini edinmek. O yıllarda köyümüzün yüksek okul bitirmiş iki çocuğu vardı. Kurmay Subay İbrahim Sarıdemir ve ana tarafından amcam olan, Yüksek Makine Mühendisi Yaşar Özdenoğlu. Babamın yönlendirmesiyle her ikisine de mektup yazdım. Mektupları göndermeden önce, köyümüzde görev yapan ve köyümüzün çocukları olan öğretmenlerimizin görüş ve önerilerine, yine babamın yönlendirmesi ile sundum. Mehmet Özalp,(Dokuz Mehmet), İrfan Taşkın, Rafet Çetin ve sınıf öğretmenim Ferhat Yücel uygun gördüler, kutladılar ve kendilerinin de bu konuda bilgi toplayacaklarını, bunun sonunda çok değerli bir tarihçenin oluşabileceğini dile getirdiler. Köyümüzün çocuğu öğretmenlerden baba tarafından dayım Ekrem Başaran başka yerde görev yaptığı için kendisine de mektup yazılmasına karar verildi. Ben mektup yazımlarını tamamlarken farkına vardım ki; babam ve dedem, öğretmenler ve köyden bilgilerine güvenilir kişilerle bir komisyon oluşturmuşlar ve benim neler yapmam gerektiğini planlayıp uygulamaya koymuşlar…

    Yine babamın önerisiyle, tüm toplanan bilgilerin yazılacağı bir defter ve tüm belgelerin saklanacağı bir dosya hazırladım. İlk destek; mektubumu elinde tutarak dükkânımızdan içeri giren İbrahim Sarıdemir’ den geldi. Daktilo yazısı ile ilk karşılaşmam, O’nun bilgilerini okurken oldu. Babam, pazartesi günleri at arabamızla Lüleburgaz’a gider, dükkâna mal alır, ilçe pazarından yararlanır ve dönerdi. Okuldan izin aldırıp beni de götürmesinin nedenini

İlçeye varınca sürpriz olarak öğrendim. Babam beni karşısına alıp,”itiraz istemem, söylediklerimi aynen yapacaksın” kesin tavır ve konuşması ile:’ Zühtü Akın, köyümüzün yetiştirdiği en değerli insandır. Milletvekilliği yapmıştır. Ağabeyi Rüştü Akın Paşa, Kurtuluş Savaşı’na katılmış ve Jandarma Kuvvetleri Komutanlığı yapmıştır. Zühtü Bey, köyümüzün kuruluşu konusunda çok önemli bilgilere ve belgelere sahiptir. Kendisinin köyümüzde evi var, ama çok seyrek geliyor. Gelirken bize yazılı bilgi ve belge getirebilmesi için bir ön ziyaret yapmak, amacımızın ne olduğunu anlatmak gerekiyor. İşte bu gün sen bu ziyareti yapacaksın. Bu saatlerde Zühtü Bey Şehir Kulübünde oluyormuş. Ben şehir Kulübünün nerede olduğunu bilmiyorum. Sor, öğren; gir, Zühtü Bey’le görüşmek istediğini söyle. Kendini tanıt. Amacımızı açıkla. Ben defter ve dosyayı getirdim. İkisini de yanına al ve Zühtü Bey’e çalışmalarımızı göster. Haydi göreyim seni.Köydekilerle konuşmak kolay. Kenttekilerle de konuş ve kendini kanıtla. Unutma, hayatta başarılı olmak; kendini iyi anlatmaktan ve karşındakini iyi anlamaktan geçer.’ Şok olmuştum. Bir köy çocuğu olarak, kentteki insanların yaşam tarzları ile bizden farklı olduklarını, kendileri ile konuşmanın bizim köy konuşmaları gibi olamayacağını, bu konuda yetersiz olduğumu düşünüyordum. Bu nedenle paniğe kapılmıştım. İçimden geçen, babama ‘sen de gel, birlikte gidelim.’ Düşüncesi, babamın durumu yüz hatlarımdan anlaması ve:’Ben bildiğin yerden dükkâna mal alacağım. Görüşmen bitince orada buluşuruz.’ Diyerek yanımdan ayrıldı… Utanarak, sıkılarak ve bu duygular altında terler dökerek; sordum, öğrendim, bir daha sordum, doğru gittiğimi gördüm ve Şehir Kulübü’ne ulaştım. Alt katı sinema, üst katı Şehir Kulübü olan binanın merdivenlerini çıkarken bir ara dönüp gitmeyi düşündüm. Sonra babamın bakış ve tavırlarını hatırlayıp vazgeçtim. Tanımadığım insanlarla iletişim kurup bilgi almak, ilk kez başıma geliyordu. Her insanın doğasında olan, utangaçlık ve çekingenliği yenmek ise oldukça zordu. Geri dönüş şansım olmadığı için bu zoru başarmak zorundaydım. Açık kapıdan içeriye girdim. Işıl ışıl bir salon, pırıl pırıl bir ortam, örtülerle kaplı masalar, koltuklar, sandalyeye benzemeyen sandalyeler… Beni gören görevli, ne istediğimi sordu. Zühtü Akın adını duyunca salona bir göz gezdirdi ve ‘ Bak oradaki masada tek başına oturmuş, gazete okuyor.’ Diyerek yanına gitmemi işaret etti. Ben gözümü masaya dikip ilerlerken, Zühtü Bey gözünü gazetesinden kaldırıp etrafına bakındı ve kendisine bakarak yanına gelmekte olan beni gördü. O’da bana bakarak yanına gelmemi bekledi. İşim kolaylaşmıştı. Ben acaba ne söylesem de konuşmaya başlasam diye düşünürken O: ‘Gel bakalım. Beni mi arıyorsun? Sen Hamitabat’tan mısın? Kimlerdensin? ‘ Sorularıyla beni rahatlattı. Kendimi tanıttım. ‘Aferin, aferin’ takdir sözleri arasında amacımızı anlatıp; defter ve dosyayı kendisine uzattım. Dosyayı ve defteri alıp incelemeye başlarken, beni yanındaki sandalyeye oturtup, ne içmek istediğimi sordu.’Bir şey içmem’ sözüme karşılık okşayan ve sevecen bir ses ve güleç bir yüzle, beni yüreklendirmek isteyen bir yaklaşımla:’Önce teşekkür edilir, sonra söylenir. Kural budur. Senin gibi akıllı çocukların böyle davranması gerekir. Senin yaştaki çocuklar gazoz içmeyi sever. Sen hiç simitle gazoz içtin mi?’ Benim hayır anlamına gelen baş işaretime, neredeyse kahkaha atıp gülerken ve eliyle yanağımı okşarken:’Başını konuşturma, dilini konuştur. Utanmana, sıkılmana gerek yok.’ Diyerek beni rahatlattı. Görevliye seslenerek simit alıp gazoz getirmesini söyledi. Benden okulum, evim, kardeşlerim ve köyüm konusunda sorduğu sorularla bilgi aldı. Beni gazoz ve simitle baş başa bırakarak, defter ve dosyayı incelemeye daldı. İlk defa yediğim simitle gazoz gerçekten çok güzeldi. Bu sırada Zühtü Akın’ı yakından inceledim. Okumuş adam deyince ben, öğretmenlerim gibi birisiyle karşılaşacağımı sanıyordum. Oysa Zühtü Akın çok farklıydı. Üzerinde bal rengine yakın koyulukta, hiç görmediğim kadar ütülü ve temiz bir elbise vardı. Beyaz gömleğinin yakasına, üzerinde beyaz noktaları olan kırmızı bir papyon kravat takmıştı. Geniş bir alnı, pırıl pırıl parlayan, hiç sakalsız uzun sayılabilecek etli, kırmızı renkli bir yüzü vardı. Gür kaşlarının                                                          altında mavi gözleri bana çok sevecen bakmıştı. Burnu oldukça iri ama düzgündü. Ne aşağıya sarkmış, ne yukarıya kalkmış, yüzünün ortasına en yakışan biçimde yer almıştı. Burnunun bitip, gözlerinin başladığı yerden dudaklarının kenarlarına kadar ulaşan, büyük olasılıkla yaşlılıktan oluşan tek bir kırışık vardı ama ona kırışık denemezdi. Kalın bir çizgi gibi iniyor, yanaklarını ikiye ayırıyor, çenesinin altına kadar gelip gıdı denilen yerde fazlalıkları topluyor, bir gerdan oluşturuyor ve iki yanaklı bir insan görünümü ortaya çıkıyordu. Açık sarı saçları arkaya taranmış, yaşlılıktan ötürü azalmanın dışında dökülmemişti. Oturduğu için boyunun uzunluğunu da yaşı gibi ancak tahmin edebiliyordum. Babamdan büyük, dedemden küçük gösteriyordu. Elli yaşlarında olabilirdi. Kilolu ve göbekli değildi. Yaşının getirdiği, belli belirsiz kilo fazlalığı vardı. Ayakkabılarını merak edip bakmak isterken, bu kadar parlayan ayakkabı görmediğimi düşünüyordum ki, yerlerde yol yol halıların olduğunu ve benim bunlara ayakkabı ile basıp hatalı davrandığımı düşündüm. Köyümün toprak tabanlı kahvelerinde yer alan, tahta peyke, uyduruk tahta masa, sandalye, isten kararmış ocak, kapı ve pencereleri gözümün önüne gelince, bulunduğum yerin farkını daha iyi anladım. Köyümün toprak tabanlı ve kerpiç duvarlı, küçük pencereli evlerini de düşününce, Şehir Kulübü’nün konforu bana saray gibi gelmişti.350- 400 yüz hanelik köyümüzde üç, taş yapı vardı. Bizim taş yapı evimizden başka Zühtü Akın’nın ve Nuri Efendi’nin (Köyümüze öğretmen olarak gelen ve evlenip yerleşen Nuri Vargül, Feridun ve Selçuk Vargül’lerin dedeleriydi.) Benim etrafıma meraklı bakışlarıma, kulüpte bulunan birkaç kişinin de bana yönelen meraklı bakışları eklenmişti. Köyümüz insanları arasından gelip, bu güzel ortamlara ve daha ilerisi, kentimizdeki insanların da beğenip seçtikleri Milletvekilliğine yükselen Zühtü Bey, defter ve dosyayı bana uzatırken:’Aferin sana, çok güzel bilgiler toplamışsın. Ben de kitaplığıma bakayım, bu konuda neler var, neler yok gözden geçireyim. Köydeki evimde de belgeler var. Yakında köye geleceğim. Benim geldiğimi duyunca, defter ve dosyanı alıp gel. O zaman sana merak ettiğin her konuyu anlatmaya çalışırım.’ Dedi. Teşekkür edip yanından ayrıldım…

                                                             *   *   * 

       Bilgiler geldikçe defter ve dosyamızdaki yerlerini alıyordu. Okullar kapanmış, ilkokulun 5.sınıfına geçmiş, Kepirtepe İlk Öğretmen Okulu sınavlarına hazırlanıyordum. Köyümüzün insanları 1955 yıllarının teknolojisi ile (büyükbaş hayvanların çektiği arabalar ve pulluklar ile) çiftçilik yapıyor; sabah namazı ile başlayan yoğun ve yorucu çalışmalar yatsı ezanına kadar sürüyor, yorgunluktan halsiz düşmüş bedenler, yastığa başını koymadan uykuya dalıyor ve ertesi güne güç toplamaya çalışıyordu. Toprakla uğraşmak çok yorucu ve zordu. Martın on beşinden sonra yazlık ürünlerin ekimine başlanıyor ve haziran başına kadar yazlıkların çapalama, sulama ve bakım işleri ile geceli gündüzlü yoğun bir çalışma içersine giriliyordu. İnsan ve hayvan gücüne dayalı bu çalışmalar çok zorluydu. Bu günün teknolojisine göre iğne ile kuyu kazmak gibiydi. Haziran ayı ile birlikte orak başlar ve bir ay her aile sabahın köründen gecenin karanlığı basıncaya kadar kavrama ile orak biçer, bazen uzak tarlalarda yatıya kalıp zaman kazanmaya çalışırdı. Demet yapılan ekinler, tarlanın uygun yerine tokurcun yapılır ve başka tarlaya geçilirdi. Orak biter, temmuz ayı başlarında demet taşıma işi başlardı. At ve öküz arabalarına ekler yapılarak daha fazla demet taşımaları sağlanırdı. Demet taşıma en az iki kişiyle olurdu. Bir kişi diğrenle demetleri arabaya atar; diğer kişi de demetleri arabaya, daha fazla alacak ve düşmeyecek şekilde ustalık gerektiren bir çalışmayla yerleştirirdi. Ardından arabaya konulan demetler bağlanır ve harman başına getirilip, yine ustalık isteyen tepe yapılırdı. Harman başında tepesi yıkılan kişi alaya alınırdı. Ağustos ayı ile birlikte, su terazisine göre dümdüz yapılmış toprak tabanlı harmanlar gün boyu su taşınarak ıslanır, üzerine bol saman atılır ve tırmıklanarak toprakla samanın karışması sağlanırdı. Su kendini çekince ve üzerinde hayvan gezindiğinde batmayacak hale gelince,(tav tutunca) hayvanların çektiği taş yuvarlak ile gün boyu harman içinde dolaşılır ve bir ay boyunca toz yapmayacak bir harman tabanı yapılırdı. Ardından harman günleri başlardı. O yıllarda köyümüzde üç veya dört traktör vardı. Tohum ekme makineleri, biçerdöver ve bugün                                                                                                                                kullanılan diğer araç ve aletler bulunmadığı için, traktörler ancak toprağı sürme ve taşıma işlerinde kullanılıyor; oraklar elle biçiliyor, demet yapılıyor, arabalarla harman başlarına taşınıyor, bir aydan fazla sürecek toplu harman günleri başlıyordu. Gün doğarken harmana serilen yaklaşık yüz demet buğday, hayvanların çektiği iki düvenle, ikindi ezanına dek eziliyor; buğday sapları saman haline gelirken, buğday taneleri de başaklarından ayrılıyordu. Sonra harman toplanıyor, tınaz rüzgârı beklenip, yabalarla rüzgâra atılan tınazdan, samanla buğday taneleri birbirinden ayrılıyordu. Günün son işi olarak, samandan ayrılan buğday, gözerlerden geçirilerek eleniyor, elde edilen buğday çuvallara doldurularak, akşam ezanı ile yatsı ezanı arasında eve dönülüyordu. Traktörü olanlar daha şanslıydı. Daha büyük harmana daha çok demet atıyor, düvenleri traktör çekiyor ve kısa zamanda işlerini bitiriyorlardı. Harmanın ardından saman taşıma ve yazlıkların toplanmasına sıra geliyordu. Balya yapma tekniği henüz uygulanmadığı için, çuval çit ve tahta ekleriyle desteklenen arabalara samanlar doldurulup, evlerdeki samanlığa taşınıyor; fazla samanlar için harman başına loda ( kış mevsiminde samanları yağmurdan ıslanmayacak şekilde koruma altına alma) yapılıyordu. Saman taşıma çok zorlu bir işti. Ne var ki hayvanların kış beslenmeleri için en gerekli besindi. Saman taşıyan kişileri kaşıntı basar, evlerin en korunaklı yerleri dahi saman içinde kalırdı. En hafif bir rüzgârda samanların yarısı yele gittiği için, rüzgârın en az olduğu gündüz ve gece zamanları kollanır ve günlerce saman taşınırdı… Yazlıkların toplanması ve ürünlerin ambarlara taşınması ayrı bir uğraştı. Gündöndüler (ayçiçekleri) elle kesilir, içersine çergeler konulmuş arabalara doldurulur, harmana getirilip yayılır, yüzleri; kurumaları ve çabuk dökülmeleri için güneşe göre dizilirdi. Bir harman olunca ve yeteri kadar kuruyunca, üzerinden yuvarlakla geçilir, döküldüğü kadar dökülür, sonra her gündöndü kafası ele alınarak küçük sopalarla dövülerek tanelerin hepsi ayrılmaya çalışılırdı. Savurma ve gözerle eleme işinden sonra çuvallara doldurulur, ambara taşınır ve kesme zamanı gelen yeni tarlaya gidilirdi. Kesme zamanı çok önemliydi. Zamanı geçen gündöndünün yarısı keserken tarlaya dökülür, zamanından önce kesilen gündöndünün de taneleri boş veya zayıf kalırdı. Gündöndü saplarını tarladan temizlemek de ayrı bir işti. Zımpara gibi olan gündöndü sapları, kökünden çıkarmak zorunda olan kişilerin avuç içlerini alev alev yakar, su toplayan şişlikler, yaralar ve ardından yıllar boyu sürecek nasırlar kaplardı. Bu tür işleri yaparken eldiven kullanmak büyük ayıptı. Kimse bu ayıbı göze alamaz ve kullanmayı aklının köşesinden bile geçirmezdi. Mısır ekim ve hasadı ayrı bir uğraştı. Sürülen tarla tekrar sabanla çizilir ve arkadan gelen iki kişi adım arası birkaç mısır tohumu atıp ayağı ile örterdi. İki kez çapalama esnasında teklenir ve dipleri doldurularak, ikramiye gibi sevinç uyandıran yaz yağmurlarının sulamasına ve olgunlaşmaya bırakılırdı. Mısırlar koçan tutunca ve yapraklar sararmaya başlayınca, kış mevsiminde hayvanlara yem amacı ile koçanların üst tarafındaki yumuşak sazlar ve alt taraftaki yapraklar; gün doğmadan, sabah çiğlerinin sağladığı yumuşaklıkla kesilir, demet yapılır ve samanlığın bir yerine yığılırdı. Gündöndülerden sonra mısır koçanları toplanır, kökleri çıkarılır, tarla sürüme hazır hale getirildikten sonra eve dönülürdü. Evin avlusunun (bahçesinin) uygun bir yerine yığılan mısırlar, ılık başlayan sonbahar gecelerinin serinleyen ve üşüten zamanlarına kadar, komşularla imece (ücretsiz yardım) yapılarak soyulur, bu iş yapılırken genç kızların sevdalı seslerinden dökülen köy türküleri, sevda çeken delikanlılara ah çektirirdi. Geceleri soyulan mısırların, gündüzleri güneşte kurumaları sağlanır ve insan gücüyle çalıştırılan mısır makinesi ile taneler koçanlardan ayrılırdı. Güz yağmurları başlamadan tüm bu işlerin yapılması; bostanların, bağların bozulması, sulak yerlerdeki kabak, patates, soğan, sarımsak vb. gibi ürünlerin de toplanması gerekirdi. Güz yağmurları başlayıncaya kadar tarlalarda pancardan başka ürün kalmazdı. Alpullu Şeker Fabrikası denetim ve gözetiminde ekilen pancar, mutlaka sulanması gereken ürünlerin başında geliyordu. Mart ayı içinde yapılan ekimden sonra, parmak boyu büyümesi beklenir ve ilk çapası ile teklenir, belli aralıklarla üç çapa daha yapıldıktan sonra sulamaya geçilirdi. Orak, demet ve harman zamanında en az üç kez sulanması gerekirdi. Fabrikadan gelen pusulalara göre pancar teslim edildiği için, taşıma güz sonu ile kış başlangıcına rastlar ve çok zor olurdu. Güçlü öküzlerin çektiği pancar arabaları, kafileler halinde gece yola çıkar, birbirlerine çıvgar yaparak çamur ve yokuşları aşar, yaklaşık 25 km. uzaktaki fabrikaya pancarı teslim edip; küspe alarak köye dönerlerdi. Ortalama her ailenin 25-30 ton pancar ürettiği ve bir arabanın ortalama 500 kg. pancar taşıdığı düşünüldüğünde, ne kadar zahmetli bir iş yapıldığı ortaya çıkardı. Diğer taraftan güz yağmurları ile birlikte; ekim ayı başında kışlık tohum ekimleri başlardı. Bir çift öküz, günde yaklaşık bir dekar yer sürer ve ekerdi. Hava elverişli olduğunda her gün tohum ekmeğe giden kişi, en çok 40-50 dekar yer ekmiş olurdu. Pulluklar derine inemediğinden, gübre kullanılmadığından ve tohum elle saçılıp, üzerinden karaçalıdan yapılmış çalgı ile geçilip örtülmeye çalışıldığından, dekarından en çok 150-200 kg. ürün alınabilirdi. İklim koşullarına göre, kasım sonu veya aralık ortasına kadar süren tohum ekiminden sonra kış bastırır, ekilemeyen yerler yazlığa bırakılırdı. Erkekler bu işlerle uğraşırken kadınlar evlerin dışlarını samanlı harçla sıvamış, içlerini ak toprakla badana etmiş, pancar veya üzüm pekmezlerini kaynatmış, turşuları kurmuş, tarhana, kuskus ve makarna hazırlayıp, yufkalarının yanı sıra sebze ve meyve kaklarını da kurutmuş olurdu. Sonrasında kış başlar, nişan, düğün ve derneklerle kış mevsimi şenlenirdi. Tohum ekme günlerinin başında, 1955 yılı sonbaharında, okuluma gitmek için veda etmek üzere dedemlere gittiğimde Dedem nasırlı ve yarık yarık olmuş ellerini bana göstererek:’Bak şu ellerime torunum. Oku ve kurtar kendini toprakla kavga etmekten.Hep kavga, hep kavga. Toprakla hiç barışamadık. Hep gelecek yıl inşallah dedik, hiç gelecek yıl görmedik. Eline fırsat geçti, hem kendini hem de çocuklarını kurtar. Bu sözlerimi unutma, vasiyetim olsun.’Dedi… Köyümüzdeki dört traktörden birisine sahip olan dedem, bu birkaç cümle ile tüm köy halkımızın yaşam savaşını ve sonucunu özetlemiş oluyordu. Köyümüzde yaşadığım sürece, köyümüz insanlarının toprakla barıştıklarına hiç tanık olmadım. İnsan ve hayvan gücüyle gece gündüz çalışıyorlar, çıkardıkları ürünün yarısını sele, yele ve ele veriyorlar, güç bela karınlarını doyurabiliyorlardı. Oysa kendilerinden buğday satın alıp başkalarına satan kişiler, kentin en güzel evlerinde mutlu bir yaşam sürüyorlardı… Dedem, büyük ümitlerle bir traktör arabası gündöndü götürmüş, üç bin lira umarken bin lira alıp gelmişti. Bu durum, büyük emek verilip alın teri dökülerek elde edilen tüm ürünler için geçerliydi. Toprak cömert davransa yel alıyor, yelden kurtulursa sel alıyor, arta kalanları da hiç çalışmadan el (fiyatı kendileri belirleyip, ürünü ucuza kapatan ve satarken parasını ona katlayan tüccar) alıyordu. Çiftçinin ve özellikle köylünün alın teri, ürünü ve de emeği sömürülüyordu… Tabi, traktörü olanlar daha fazla ve derin toprak işleme, daha çok ürün elde etme ve taşıma konularında daha avantajlıydılar... Traktörlerin bir başka işlevi de bu zamana kadar kent pazarına, yaya, eşek, beygir ve beygir arabası ile gidenleri, römorkları (traktör arabaları) ile taşımalarıydı. Her pazartesi sabahı traktörler köy meydanına geliyor, müşterileri alıp yola çıkıyorlardı…

       Köyümüz, 1955’li yıllarda 350 ile 400 hane arasında, 1200 ile 1500 kişinin yaşadığı bir yerleşim birimiydi. Evlerin tümü kerpiçten yapılmıştı. İki okul (okulun 1933 yılında köy halkı tarafından yapılanı şimdiki Jandarma Binası yerinde; diğeri ise; şimdiki Nazmi Uçak İlköğretim Okulu’nun az yukarısında yer alıyordu.) ve yukarıda yazdığım üç, taş ev dışında tüm evler birbirine benziyor; kara çalı kesilerek yapılmış bahçe avlularının(duvarlarının) ortasında veya kıyısında, önleri güneşe bakan, arkaları yola dönük olan evler; ailenin ekonomik gücüne göre iki, üç veya en çok dört gözden (odadan) oluşuyordu. Ya evelere bitişik, ya da ayrı olarak ahır, samanlık ve ambar da bahçe içinde yerini alıyordu. Bahçenin uzak bir köşesine yapılan kenef (helâ), arkasını hayvan gübrelerinin yığıldığı yere (Bokluğa) veriyor, açıkta kalan insan dışkıları, hayvan dışkıları ile karışıp gübre durumunu aldıktan sonra, yılda bir kez tarlalara taşınıyor ve verimin artması sağlanıyordu. Köyümüzün içme suyu kuyulardan sağlanıyordu. Ekonomik durumu iyi olan (zengin) kişiler tarafından hayrat (sevap kazanmak için yapılan iyilik) olarak yapılan kuyular,özellikle ikindi ile akşam arası, omuzlarında bakrağaçları ( her iki ucuna su bakırları asılan ve omuzda taşımayı kolaylaştıran eğri ağaç) ve su destileri, köyümüz kızlarının toplantı yerleri oluyor, delikanlılar da kızlardan kulak arkalarında taşıdıkları çiçekleri alarak, sevdalanma izinlerini alma heyecanını yaşamak için fırsat kolluyorlardı. Köyümüzde üç çeşme vardı. Karşı Çeşme adlı, Burhan Köksal’ın evi yanındaki çeşme ile, daha aşağısında; Zühtü Akın’nın evi yanında yapılan Âşıklar Çeşmesi’ nin suyu içilebiliyor; köprülerin yanında, Sığır Toplanma alanında, yan yana yer alan çeşmeler de hayvan sulama işlerinde kullanılıyordu.

       Köyümüz Yukarıdaki Mahalle ve Aşağıdaki Mahalle olarak iki bölümdü. Daha sonraki bölümlerde ayrıntıları açıklanacak olan, ayni boydan gelen iki kan (ana, baba, dede, nine vb.) akraba grubu ile onlara katılan iki bağ (evlenme-kız alıp verme) akraba grupları Plevne’den sözleşerek göç etmişlerdi. Bu iki grup, köyümüz kurulurken daha, akrabalık ilişkilerine göre ikiye ayrılıp ilk çadırlarını ve ardından evlerini, seçme haklarını kullandıkları yere kurmuşlardır. Bu iki grubun konuşmalarında şive farkları hemen öne çıkar. Aşağıdaki mahallede oturanlar ,’gidiyim, geliyim vb.’ yüklemlerini kullanırken; Yukarıdaki Mahallede oturanlar da ‘geliyam, gidiyam vb.’ yüklemler kullanırlar. Ana diliyle kuşaktan kuşağa geçen bu şivenin kökeni Orta Asya yıllarına kadar uzanmaktadır. Eğitim ve kültür düzeyi yükselenler bu şiveyi bıraksalar da köyde kalanlar aynen sürdürmektedirler. İki mahalle arasındaki sınır, İkinci Cami’nin yanındaki yokuşun alt tarafından başlar… Köyümüzün yolları kuruluşundan bu yana zamanla oluşturulan ve bu güne kadar gelen yollardır. 1955 yılları ve bilmediğim sonrasına kadar bu yollar kışın çamurdan, yazın ise tozdan, samandan geçilmez ve seçilmez olurdu. Köyümüz civar köylere göre merkezdi. Çeşmekolu Köyü yönünden gelip, köyümüzü kuzeyden güneye (Kırklareli’nden Lüleburgaz’a) köy içinden geçen yol, teknolojik gelişmelerle bugün de ayni işlevi görmektedir. Yalnız köy içindeki yerleşim yerleri el ve şekil değiştirmiştir. 1955’li yıllarda, Çeşmekolu Köyü’nden gelişte konutlar, köye inen yokuşun sağ ve sol tarafında harmanlık, sonrasında da yer alan göçmen evleri ile başlardı.1952’li yıllarda Bulgaristan’dan göç eden, yaklaşık 15 ailelik soydaşlarımız bizim köyümüzde de iskân edilmiş ve devlet tarafından kendilerine ev yapılmış, tarım araçları, hayvan ve tarla verilmişti. O yıllara göre, köyümüzün en son evleri, mezarlığın 100 m. Kadar güneyinde kalıyordu. Bu nedenle göçmen evleri köyün dışında kalıyordu. Mezarlığı geçince sağ tarafta bir ev, sol tarafta da mahallenin en işlek Buruk Osman’ın ( Enver ve Celal Köksal’ın babaları) pınarı, çukur içinde yer alıyordu. Çukuru inip çıkan taş bir patika da Köy Enstitüleri eğitim ve öğretim esaslarına göre 1940’lı yıllarda köy halkı tarafından yapılmış ikinci İlkokul son yapı olarak görülüyordu. Bu okulda yalnız dördüncü ve beşinci sınıflar okurdu. Sağdaki ilk ev Burukların Osman’ın; soldaki ilk ev de kardeşi İlyas Köksal’ındı. Sonra sağ tarafta, yolun karşısında Veli Kor’un evi; sol tarafta da Ahmet ve Hacı İsmail Taşdelen kardeşlerin evleri yer alıyordu. Hacı İsmail’in bezzaz (basma satan) ve bakkal dükkânı; sola giden yol ile ana yolun kesiştiği köşede yer alıyordu. Yolun sağında 1933 yılında, yine köy halkı tarafından imece ile yapılan İlkokul yer alıyordu. Bu okulda da ilk üç sınıf öğrencileri okumaktaydı. Şimdi park olarak görülen yerde Bektaş Ahmet’in evi ve önünde bahçesi yer alıyor, bu evde kiracı olarak, Ziraat Bankası’nın kolu olan Ziraat Kooperatif Müdürü Ethem Ünal oturuyordu, bitiminde köyün merkezi sayılan kahveler başlıyordu. Solda, Hacı’nın dükkânı karşısında sırası ile; Yakup Aga’nın evi, Deli Sabri’nin (Özdemir) kahvesi, Yaşar Tülümen’in ve Bakkal Mustafa’nın (Sabır’ın) evi ve bakkal, camcı, sobacı, tenekeci, lehimci, sucukçu, bahçıvan, arıcı ve günlük gazete alımı, en çok kitap alan ve okuyan insanı olarak; köyümüzün kütüphane ve kültür dükkânı, bitişiğinde Nalbant Ahmet’in (Bilgivar) nalbant dükkanı, Veysel Usta’nın (Akgün) demirci dükkanı, Berber

 

                                                        

İsmail’in (Acar) kahvesi, Ahmet Kurtçu’nun evi, Tatar Ali’nin dükkân ve kahvesi yer alıyor, kahveden sonra dört yol ağzı geliyor, yolun kuzeybatı yönünde sağ tarafta, Buzlu İsmail’in (Varoğlu) bakkal dükkânı ile kasap ve ızgara et köy lokantası yer alıyor; hemen yukarısında ve köşe başında, yolun en alt tarafından bakınca görülecek biçimde, köyün motordan arabaya, duvardan bacaya, demir kaynağından oksijen kaynağına, ustası olan Demirci İsmail’in (Demirel) dükkânı yer alıyordu.Sağ tarafta ise, Bektaş Ahmet’in ev bahçesini ((1965’li yıllarda Köy Muhtarlığı tarafından, köy halkı adına yarar getiren işlerde kullanılmak üzere istimlak edildi.) Kahveci Mehmet’in (Hüseyin Güngör’ün babası), Kara Mustafa’nın Ali’nin (Süleyman ve Mustafa Ergin’lerin babaları ve dedelerinin) kahvesi ve yan tarafında terzi dükkânı ile ayakkabı tamircisi Kambur Hayri’nin dükkânı yer alıyordu. Sağa ayrılan bir yol, Aşağıdaki Mahalle’ye gidiyor; yolun 50m kadar sağında Topal Nalbant Hasan’ın(Havsalı Ali ve Mürsel Topaç’ların babası) nalbant yeri, bitişiğinde, Göçmen Kasap Hasan’ın Helva İmalat Dükkanı, hemen köşe dönüşünde ve ayni yönde Ali Osman’ın demirci dükkanı, 20-25 m. Kadar aşağıda da köyümüzün güldürü ve eğlendirme ustası Osman Bey’in (Topuz) ayakkabı tamir dükkanı vardı. Geri dönüp Kara Ali’nin kahve duvarını aşınca da Ziraat Kooperatif Binası yer alıyordu. Kara Ali’nin kahvesi önünden geçen yolun karşısında, minaresi 1947 yılında yapılan, köye ilk yerleşenlerce 1890 yıllarında yapılmış olan cami ve ayni bahçe içinde köy konağı yer alıyordu. Bahçenin bitiminde aşağıya doğru inen yol, bir köşede terzi dükkânı, yolun karşısında da Mustandik’in (Şerafettin Özcan’nın babası) kahve ve dükkânı yer alıyor; kahvenin alt tarafında Kerim Usta’nın (Bahri Can’ın babası)   kereste atölyesi, motorla çalışan hızar makinesi ile kereste ve ağaç biçip kesme işlerini yapmak üzere hazır bekliyordu. Kahvenin ana yol bitişiğinde, Nazmi Uçak’ın evinden sonra Ali Konyalı’nın evi ve yola bakan dükkânı; hemen yokuşun başında, Kör Hasan’ın Mustafa’nın(Hasan ve Hüsmen Özcan’ın babası) yan yana iki kiralık dükkânı yer alıyor ve köy merkezi son buluyordu. Köy Merkezi, ayni zamanda, köyün en büyük meydanıydı. Her kahvenin yaz mevsiminde masa ve sandalyelerini yerleştireceği geniş bahçeleri vardı. Köy halkından birilerini arayan burada bulur, düğün dernek burada yapılır, köye gelen yabancılar burada konaklar, gelen pazarcılar burada sergi açar, hayvan alış verişleri burada yapılır, askere giden köy yiğitleri buradan uğurlanır, traktörler ilçe pazarına gidecek müşterilerini burada alır ve köyün her türlü toplumsal işleri burada görüşülürdü. Ana yol, şimdiki gibi köyden çıkar ve Lüleburgaz’a ulaşırdı. Köyün evleri dereye inişte biter, çeşmelerin olduğu yerdeki büyük boşluk sığır toplanma yeri olurdu. Sabahın erkeninde herkes sığırlarını buraya getirip sığırtmaca teslim eder; akşamları sığırlar kendi başlarına evlerini bulurlardı. Derenin kıyısında Tatar Ali’nin sebze bahçesi ile tepede evi yer alırdı. Köyün kuruluş yıllarında yapılan iki tahta köprü ile yol iki derenin üzerinden geçer, sol tarafta Kara Ahmet’in (Aydemir) ve hemen bitişiğinde Kör Hasan’nın Mustafa’nın sebze bahçeleri yer alırdı. Sağ tarafa ayrılan kolu Aşağıdaki Mahalleyi geçtikten sonra Kırıkköy’e doğru, son ev olan Arif Ağa’nın (Erol) evinden sonra uzayıp giderdi. Derenin karşısında evler azdı. Nalbantın değirmeni, köyü çınlatan sesi ile civar köyden gelen müşteri durumuna göre, bazen geceli gündüzlü çalışır, bazen de haftalar boyu susardı. Değirmenin hemen yanında mandıra vardı. Burgaz Bayırı adı verilen yokuşta iki yol yer alır, ağır yükü olan arabalar, sağdaki yokuş azaltan dolambaçlı yolu seçerdi. Her iki yolun sağ ve sol tarafları harmanlık alandı. Yolun sağ tarafında köy boyunca uzanan, herkesin üzüm bağlarının yer aldığı bağlık bulunur; daha sonra da tarlalar başlardı.

        Köy Meydanı’ndan sağa sapıp Osman Bey’in ayakkabı tamir dükkânını geçtikten ve Sarı Hafız’ın (Ekrem, Nazım ve Şükrü Başaran’ların dedesi ve köyümüzün imamı.) yokuş başındaki evine gelince, Aşağıdaki Mahalle’nin başladığı yere de gelinmiş olurdu. !960’lı yıllarda yapılan şimdiki ikinci caminin yeri boştu. Yokuşun alt tarafı, şimdi olduğu gibi, dört yol ağzıydı. İsmail Efendi’nin motorlu değirmeni, Bakkal İsmail’in kahve ve dükkânı yolun sağında; Hidayet’in (Sami Topaç’ın babası) kahvesi solda, ufak dereyi geçince de Ali Ağa’nın kahvesi yine solda yer alırdı. Burası da bir merkez görünümü veriyordu. Yol; doğru gidildiğinde, önce sağda Seyit Bilgivar’ın dükkânı, daha ileride Cafer Usta’nın (Çetin) Demirci dükkânı gelir, daha ilerleyince Bakkal Salih’in (Necip ve Mecit Dilber’in babası) dükkânı ve kahvesine ulaşılırdı. Bu kahvenin ve yolun hemen karşısında, aşağıya doğru inen yolun köşesinde Partili Recep’in (Özsen) küçük kahvesi bulunurdu. Ana yola devam edildiğinde, hemen 15-20 m. İleride ve sağda Ömer Ağa’nın (Enver ve Necmi Aktan’ın babası) kahve ve dükkânı gelir, burada da bir merkez oluşmuş olurdu. Yola 500 m. Kadar devam edildiğinde, sağ tarafta Koca Şaban’ın Osman’ın (Aktan veya Cumhuriyet Osman) evi, karşısında da Çakır Ali’nin (Çelik) evi yer alır, sağdaki çeşme ile köy evleri sona ermiş, tarlalar başlamış olurdu…

          Civarımızda yer alan, bir veya iki kahvesi ve bir bakkalı ancak bulunan köylerle kıyaslandığında, köyümüz; 15’şe yakın kahve ve bakkalları, ilk zamanlarda ekmeklik un öğüten, has unu fabrikaları çıkınca hayvan yemi öğütmeye geçen motorlu iki değirmeni, mandırası, Ziraat Kooperatifi, beş yıllık okulu,(civar köylerden çoğunda üç yıllık okul bulunur, bu köyün çocukları 4 ve 5. sınıfları köyümüzde okurlardı.)dört bahçıvanı, camcısı, sobacısı, bıçkıcısı, marangozu, 4 nalbandı,4 demircisi, helva imalatçısı, kahvelerde mesleklerini sürdüren 5-6 berberi, hayvan cambazı, sucukçusu, kasabı ve köy lokantası ile çok gelişmiş bir merkez konumundaydı ve Hamitabat’lı olmak bir ayrıcalıktı…

                                                          *   *   *

ATALARIMIZ ORTA ASYA’DAN GELDİLER DE, TARİH BABAYA GÖRE;

                           NERESİNDEN VE KİMLERDEN GELDİLER?

             Tayinlerimiz Kırklareli’ne yapılmış; eğitim ve öğretim yılının orta yerinde; eşim ve ben ayrı ayrı okullarda, ayrı ayrı sınıflarda ve ortamlarda kendimizi bulmuştuk. Köyümüzle olan iyi ilişkilerimiz devam ediyor, Kırklareli’nde işi olanların, köyümüzün resmi işlerinden tutun da kişilerin özel ve genel işlerine kadar ilk geldikleri ‘bilen kişi’ olarak her türlü yardım ve ağırlamalarda bulunuyorduk. Köyümüzün Kırklareli ile olan iletişimi, artık yalnız Çarşamba günleri olan otobüs veya minibüs seferleriyle sınırlı kalmaktan çıkmıştı. Yolların daha düzgün hale getirilmesi, her mevsim bakım ve onarımlarının yapılması; köyümüzde özel araçların çoğalması sayesinde, ihtiyaç duyulan her durumda gidilip geliniyordu. 1976 yılında köyümüzde ‘LÂMBAYA PÜF!’ denilmiş ve elektriğe kavuşulmuştu. Dahası ortaokul da açılmış ve köyümüz çocuğu Turhan ÖZÇETİN müdür olmuştu. Hamitabat Köy – Koop.; Kırklareli Köy- Koop ile birleşerek; üretim ve yaptırım gücünü çoğaltmış; köyümüzde satış merkezi açmış, biçerdöver başta olmak üzere modern tarım araç ve gereçleri alarak; süt tankerini de bunlara katarak insanlarımızın hizmetine sunmuştu. Lüleburgaz’da Endüstri Meslek Lisesi’nin her bölümü henüz açılamadığından ve özellikle ‘Elektrik, Torna Tesviye, Kaynak, Teknik Lise’ bölümlerine ilgi duyulduğundan; köyümüzden bana ulaşanların tümü yardım istiyorlar ve bu isteklerini yerine getirmek de bana düşüyordu. O yıllarda ortaokul ve lise öğretimini herhangi bir nedenle yarıda bırakmış ve daha sonrasında bu eğitimlerini tamamlamaya karar vermiş öğrenciler için ‘dışardan bitirme sınavları’ yapılıyor ve bu sınavlar yalnız il merkezlerinde yapılıyordu. Bu konuda da başvurular okuldan önce ‘köyümden sorumlu öğretmen’ olarak bana yapılıyordu. Kırklareli Atatürk Lisesi bünyesinde ‘Parasız Kız Öğrenci Yurdu’ açılmış; sınavı kazanan ve durumları uygun olan öğrenciler, ayni bahçe içersinde olan yurtta; yeme, içme, yatma ve her türlü ihtiyaçlarını ücretsiz olarak karşılayıp lise öğrenimlerini de görebiliyorlardı. Köyümüzden bu yurda da büyük istek vardı ve başvurular yine önce bana yapılıyordu. Kırklareli’nde gerek öğretmenler, gerek üst düzey yöneticiler; başta vali ve belediye başkanı olmak üzere ve gerekse sivil toplum örgütleri arasında; ortak yaptığımız çalışmalar, benim seçilmiş olarak başlarında bulunduğum dernek ve kooperatiflerde uygulamaya koyduğumuz başarılı projeler nedeniyle; görüş ve düşüncelerine değer verilen bir düzeye ulaşmıştım. Çalışmalarımdan ötürü ulaştığım bu ayrıcalık, il düzeyindeki sorunları çözmek için elime sihirli bir anahtar kazandırmıştı. Bu nedenlerle, köyümden gelen tüm istekler – eğer kurallara ve yasalara uygunsa– gerçekleşiyor; hem velileri, hem öğrencileri, hem de eşimi ve beni mutlu ediyor, bu öğrencilerimizin velisi olmayı da severek üstleniyorduk. Çünkü onlar bizim insanlarımız, bizim çocuklarımız ve bizim öğrencilerimizdi.

     Gerek köyümüzün yönetim ve kalkınma işleri, gerek öğrencilerimizin eğitim ve öğretim işleri, gerek sivil toplum örgütlerinin (Köy KOOP, Hamitabat Spor Kulübü,Cami Yaptırma Derneği v.d.) uygulamakta oldukları proje işleri ve gerekse bireylerin sağlık ve diğer resmi daire işleri konusunda – eğer mümkünse- yardımlarımız; 1974’lü yıllarda olduğu gibi, halen devam etmekte; bu durum da bize ilk günkü gibi mutluluk vermektedir.

     Dünya görüşü ve ülkemize demokrasinin tüm kurum ve kuruluşlarıyla yerleşmesi açısından; Sivil Toplum Örgütlerinin, toplumun lokomotifi olma görevlerini üstlenmesini savunuyor ve bunun gerçekleşmesi için çalışıyordum. Bu nedenle, öğretmenlik görevimi aksatmamak kaydıyla; bir yapı kooperatifinin ve birkaç derneğin yönetim kurulunda yer almıştım. Bununla da kalmamış; basketbol, voleybol ve hentbol hakemlik sertifikası alarak, salon sporlarının hakemliklerini yapmaya başlamış, yanı sıra da İl İzci Kurulu Yönetiminde görev alarak, çalışmalarım ve projelerimle önde gelen olmuştum. Tüm bu çalışmalar az gelmiş gibi, Vali ve Cumhuriyet Başsavcısı görevlendirmesiyle cezaevi öğretmenliğine de vekâleten gitmeye başlamıştım. Vücudumun ve zihnimin en güçlü olduğu yıllardaydım ve çalışmaktan hiç yılmıyordum. Örgütsel birliktelikten gelen güçle; üretilen artı değerler ve paylaşılarak ulaşılan başarılar, diğer çalışmalar için teşvik primi oluyordu. Sabahın saat 7’sinde, kahvaltı olarak elime aldığım elmayı dişleyerek işlerin peşine düşüyor; gecenin karanlığında eve dönüyor, yemekten sonra da çalışmalara ya evimizde ya da derneklerde devam ediyordum. Bir gün bana az geliyordu. Ama görev arkadaşlarımızla birlikte yaptığımız iyi bir plânlama ve iş bölümü sayesinde hiçbir işimizi aksatmadan yürütüyor ve bundan da büyük keyif alıyorduk.

      ‘Kırklareli’nde böylesine yoğun çalışmalar içersinde, toplumumuz için başarılar elde etme savaşları verirken, Köyümüzün Tarihçesiyle ilgili çalışmalar yapmak için zaman bulabiliyor muydun?’ Diye gülümseyerek sorduğunuzu görür gibi oluyorum. Evet, zaman buluyor veya yaratıyordum. Eğer bilgi ve birikiminiz varsa, her önünüze çıkan fırsatı değerlendirme gibi bir çalışmayı yaşam tarzı haline getirmişseniz, zaman ayırmanıza gerek kalmadan, araştırma kapıları kendiliğinden aralanıp girmenizi beklerler.

      Ankara’ya örgüt işleri sorunlarını çözmek için gittiğimizde; daha önceden plânlamasını yaptığım biçimde, bir iki saatlik zaman ayırarak; Türk Tarih Kurumu’na, TBMM. Kütüphanesine, Milli Kütüphane’ye veya Genel Kurmay Kütüphanesine gidiyor ve gerek eski, gerekse yeni başvuru, araştırma, kaynak yayınlarını inceliyordum. Bu İstanbul için de geçerliydi. Beraberimde getirdiğim ‘Araştırma Defterime’, yeni elde ettiğim bilgileri; hızlı not alma yöntemleriyle geçiriyor; (fotokopi henüz icat edilmemişti veya yurdumuza gelmemişti) ne zaman aradıklarımın tümünü bulup tamamlayacağımı ve istediğim sonuca ulaşacağımı bilemediğim Tarihçe Öykümüzün dayanaklarını, belgelerini derlemeye çalışıyordum. O yıllarda bilgisayar da olmadığından, tüm bilgi ve belgeler tamamlanıp gözden geçirilmeden ve tasarımı yapılmadan yazıma geçmek, yokuna emek kaybı demekti. Bu nedenle ulaştığım bilgi ve belgelerin tümünü bir klâsörde biriktiriyor, yazma zamanının gelmesini bekliyordum.

         Babamızın ölümü üzerine bize düşen mirasın paylaşılması için, mahkeme kararı da içinde olmak üzere birçok yasal işlemlerin yapılması gerekiyordu. Bütün kardeşlerin bir araya gelip, cümbür cemaat işleri takip etmenin yersiz ve anlamsızlığını ortadan kaldırmak ve işlemleri çabuklaştırmak açısından, ağabeyimize vekâlet vermiştik. 1974’lü yıllarda başlanılan bu işlemlere, ben Kırklareli’nde görevli olduğum ve bu günkü iletişim araçlarının olmadığı için uzak kalıyordum. Mahkeme, nüfustan istediği ‘Aile Nüfus Kayıt Örneği’ ile bizlerin nüfus cüzdanları arasında, soyadımız konusunda tutarsızlık saptamış. Bizim nüfus cüzdanlarımızda SABUR olarak yer alan ve tüm işlemlerde resmi olarak kullanılan soyadımız; davaya bakan yargıç ve inceleme yapan bilirkişi tarafından: “ İlk alınan ve geçerli olan soyadı SALUR’dur. Kullanılan SABUR soyadı geçersizdir.” Sonucuna varılmış ve tarafımıza bildirilmiş. Ağabeyimiz, bu konuda yapılan duruşmada:” SALUR anlamsız bir sözcük, SABUR’da olmasın ve onun kökeni, Öz Türkçesi olan SABIR olsun.” Önerisinde bulunarak, soyadımızı SABIR olarak tescil ettirmiş. Bu konudaki mahkeme kararı elime geçtiğinde, hemen askerlikte yaşadığım soyadı kargaşası aklıma geldi. Nüfus Cüzdanıma tekrar baktım. O zamana kadar hiç üzerinde durmadığım ve halen belge olarak sakladığım soyadı bölümünde bitişik el yazısı küçük harflerle: “SALUR sözcüğünün yazılı olduğu açık tonlu mavi mürekkep yazısının; sonradan daha koyu tonlu mavi mürekkepli kalemle;’L’ harfine aşağısından bir ekleme yapılarak ‘b’ harfi haline getirildiğini gördüm. Bu zamana kadar: ’Nüfus memuru önce yanlış yazmış, sonra da düzeltme yapmış’ diyerek üzerinde durmadığım bu konuda, daha derin bir araştırma yapılması gerektiği sonucuna vardım.

     Önce bilgiye, sonra da belgeye ulaşmam gerekiyordu. Bilgi için: “1934 yılında ilk defa çıkarılan ve uygulamaya başlamak için iki yıllık bir süre tanınan SOYADI KANUNU” nu araştırmaya yöneldim.1974 yılı karne tatilinde 4 günlük bir zaman ayırıp, araştırma yapmak üzere köyüme gittim.Köyümüzün Nüfus Kütüğünde ve arşivinde;‘beş yılı geçen evrakları saklama mecburiyeti’ olmadığından yeterli bilgiler yoktu. Dedem Mehmet Özcan o yıllarda köyümüzün Muhtarlığını yapmış bir kişi olarak, önemli bilgilere sahip olmalıydı. Kendisine başvurdum. Bir günlük bir ‘geçmişi hatırlama ve yaşıtlarıyla bilgi alış verişinde bulunma’ isteğini yerinde buldum ve köyümüzün diğer bilgili tanığı Sadık Köksal’a gittim. Kendisi o yıllarda ortaokulu bitirmiş ve Köyümüz Soyadı Komisyonunda görev yapmıştı. Ertesi gün Köy Muhtarımızı da davet ederek; Dedem, Sadık Köksal ve o günlere tanık olmuş köyümüzün yaşlı kişileriyle; yaşlılar kahvesinde bir sohbet toplantısı düzenledik. Birinin hatırlayamadıklarını diğerlerinin hatırlaması ve bilgilerin birbirini doğrulayıp tamamlamasıyla:“Kaymakamlıktan, Nüfus Memurluğundan ve Askerlik Şubesinden gelen resmi yazılarla;’Soyadı Kanunu Mecliste kabul edilip uygulamaya konulmuştur. Buna göre her muhtarlıkta, içlerinde öğretmenlerin de bulunacağı, köyün geçmişini iyi bilen kişilerin bir araya gelmesiyle en az üç, en fazla yedi kişilik komisyonlar kurulacaktı. Bu komisyonlar yukarıda adı geçen resmi dairelerle iş birliği yaparak, iki yıl içersinde, köylerinde yaşayan herkesin soyadı almalarını sağlayacaklardı. Alınması yasak olan soyadlarının tanımı yapılmış ve örnekleri sıralanmıştı. Köylerde yaşayanların; işleriyle, meslekleriyle, hoşa giden sanlarıyla ve atalarıyla ilgili soyadları alabilecekleri gibi, kendilerine uygun görüp yeni seçecekleri soyadlarını da alabileceklerdi. Kurulan komisyon herkesin soyadını gözden geçirecek, uygun görmediklerini ilçeye bildirdikten sonra karara bağlayacak; soyadı bulmakta veya seçmekte güçlük çekenlere de gerekli yardımlar yapılacaktı. Bu konuda hazırlanan soyadı örnekleri de ek yazılarla bildirilmiş ve iki yıl boyunca başta Cumhuriyet Gazetesi olmak üzere, istekli olacak ve sayfa ayıracak tüm gazetelerde soyadı örneklerinin yayınlanacağı bildirilmişti. Soyadı seçme çalışmaları iki yılı geçmemek üzere bitirilmek ve ne kadar çabuk tamamlanırsa o kadar iyi karşılanacağı belirtilmek notlarıyla devam ediyor ve her hane ayrı soyadı alacak, babasından evlenerek ayrılmış olanlar ayrı hane sayılacak, evlenmesine rağmen babalarıyla birlikte oturanlar da isterlerse kendi soyadlarını seçebileceklerdir deniliyordu. Muhtarlar; soyadı seçme işlemleri bittikten sonra hazırlanan listeyi İlçede kurulmuş bulunan komisyona iletecek, liste komisyon tarafından onaylandıktan sonra yeni nüfus cüzdanları hazırlanmaya başlanacaktı.” Soyadı alma konusunda Devletimizin yaptığı resmi yazışmalar hakkında gerekli bilgi sahibi olmuştum. Belgelerine de ilçe arşivlerinde ulaşabilirdim. Köyümüzde kurulan komisyona ve nasıl çalışmalar yaptığına ilişkin bilgileri; o günleri yaşamış kişilerin ağzından edinmeye sıra gelmişti: “Köyümüzde Muhtar Mehmet Özcan Başkanlığında beş kişilik bir komisyon kuruldu. Öğretmen olarak Nuri Efendi (VARGÜN) ve Topal Hoca Hanım Sevim (ERİNÇ), Köyümüzün Bilge Kişisi olarak Molla Ahmet (SALUR), İlçedeki komisyon ve Devlet Daireleri ile iletişimi sağlamak üzere de Sadık Efendi (KÖKSAL) komisyonda yer aldı. Taş Mektep yeni yapılmıştı.‘Millet Mektepleri’ de devam ettiği için, herkes okula gelmeyi alışkanlık haline getirmişti. Bir hafta boyunca geceleri okulda toplanıldı. Komisyon tarafından herkese bilgi verildi. Özellikle Topal Hoca Hanım, bu konuda hem çok çalıştı, hem de çok başarılı oldu. Köyümüzün yarıdan fazlasının uygun soyadı bulma konularında yardımcıları Topal Hoca Hanım olmuştur. Sonrasında Komisyon tarafından kahve çalışmaları başlatıldı. Bu çalışmalarda sorulara yanıt arandı. Bu konuda da köyümüzün bilge kişisi Molla Ahmet çok yararlı oldu. Elindeki kitaplardan ve Hafize Ana’nın Dedesi İbrahim EŞDOĞAN’dan kalan yazılı kaynaklardan yararlanarak, herkese geçmişlerini tekrar anlattı, hatırlattı ve öğretti. Tuzçu’lar, dedelerinin Lofça’da kaya tuzu çıkarıp öğüttüklerini ve pazarladıklarını, Arabacı’lar, dedelerinin Lofça’da çok ünlü araba ustası olduklarını, Konyalı’lar, boyumuz Anadolu’da göçebe olarak dolaşırken, aramıza evlilik nedeniyle Konya Selçuklularından katıldıklarını, Göktürk’ler, kökenlerinin Göktürk’lerden ve Uygur’lardan geldiğini, bir kadeşin GÖKTÜRK; diğer kardeşin de ULUSOY soyadlarını; ayrı aile olduklarıdan, ayni anlama geldikleri için aldıkları bilgilerini, Tekneciler, dedelerinin ağaçtan mutfak malzemesi yapma ustası olduklarını, Akın’lar dedelerinin akıncı beyi olduklarını, Yeşil’ler, dedelerine Lofça’daki görkemli yeşil evleri nedeniyle yeşil dendiğini, Kömürcü’ler dedelerinin Lofça’da kömürcü olarak büyük isim yaptığını, Uzun’lar, bir dedelerinin iki metreden daha uzun olan boyundan dolayı bu sanla anıldıklarını, Göksu’ların Lofça’nın Göksu Köyünden geldiklerini…ve bunun gibi geçmişimizle, atalarımızla, yaptıkları mesleklerle ve aldıkları sanlarla ilgili bilgileri hep Molla Ahmet’ten öğrendiler. Soyadı seçimlerinde de bu bilgilerden yararlandılar. Molla Ahmet’in iki çocuğu ayrı hane oldukları, babalarıyla araları iyi olmadığı için, kendi soyadlarını kendileri seçtiler. Molla Ahmet, kendi seçtiği ve evlenmediği için ayni hanede görünen küçük oğlu Mustafa’nın da aldığı soyadı için de, bir açıklama yapmadı. SALUR muydu, SABUR muydu? Pek bilemiyoruz. Zühtü Bey cesaret edip,’bu soyadını hangi kitabından bulduğunu’ kendisine sorduğunda; ‘merak eden araştırır, öğrenir’ demişti. Molla Ahmet’e yaklaşıp soru sormak herkesin harcı değildi. Topal Hoca Hanım, Köy Muhtarlığı tarafından Cumhuriyet Gazetesi’ne iki yıl süreyle abone olunmasını sağladı. Çünkü soyadı ve anlamları konusunda en ayrıntılı bilgilere bu gazetede yer ayrılmıştı. Bir yılın sonunda daha soyadını seçememiş olanlara da Topal Hoca Hanım, biriktirdiği gazetelerden ve kendi bilgilerinden yola çıkarak soyadlarının tamamlanmasını sağladı. Köyümüz soyadlarını en çabuk tamamlayan köyler arasında yer aldı.” Köyümüzün yaşayan kişilerinden edineceğim bilgiler bu kadardı. Belgeleri elde etmek için de İlçemiz Nüfus Memurluğu’na ulaştım. Arşiv araştırma iznini alarak tozlu raflardaki ilk yazılım belgelerine ve bu konuda gelen ‘Dahiliye Vekâleti’ (İçişleri Bakanlığı) yazılarına ulaştım. İç İşleri Bakanlığımızın bu konuda gönderilmiş birçok resmi genelgelerinde özetle deniyordu ki:

         “Sosyal yaşamımızda kargaşaya neden olan yalnız isim kullanma konusu, TBMM:’nin kabul ettiği 14 Haziran 1934 tarihli Soyadı Kanunu ile ortadan kaldırılacaktır. Buna göre, TC Yurttaşı olan herkes, bu tarihten itibaren iki yıl içinde, ailesine ait bir soyadı seçecektir. Kurulan komisyonlarca incelemeden geçirilerek onaylanacak olan soyadları, yeni hazırlanacak Nüfus Cüzdanlarına işlenecek ve geçerlilik kazanacaktır.

     Soyadı konusunda yurttaşların seçimleri önde tutulacak. Yardım isteğinde bulunanlara ve soyadı seçemeyenlere, her türlü yardım yetkililerce yapılacaktır. Alınamayacak ve alınabilecek soyadı örnekleri ektedir ve bu örneklerin gönderilmesine iki yıl boyunca devam edilecektir.

      Genel Kurmay Başkanlığımız da bu konuda bir çalışma yapmış ve yurttaşlarımızın yararlanabilmesi için tüm Askerlik Şubelerimize göndermiştir. İl ve İlçe Komisyonlarında Askerlik Şube Başkanlarının da yer alması gerekmektedir. Bu konuda ulusal ve yerel basın organlarından yararlanılması da uygun görülmüştür.”

      “SALUR” sözcüğüne ulaşmak amacıyla, alınabilecek soyadı örneklerini incelemeye koyuldum ve buldum. Karşısındaki açıklamada:”Genel Kurmay önermiştir” kısa notu vardı. Böylece Nüfus Memurluğu araştırmasından bir kaynağa ulaşmıştım.

        Askerlik Şubesi Başkanı, amacımın ne olduğunu öğrenince, arşivlerinden yararlanmamı seve seve kabul etti ve beraberime bir görevli de vererek beni 40 yıllık tozlu rafların arasına gönderdi. Yıllara göre düzenli olarak sıralanmış klâsörlerden yararlanmak, Nüfus Memurluğu arşivine göre daha kolaydı. Genel Kurmayın bu konudaki yazısında da; TBMM.’since kabul edilen kanuna ve İç İşleri Bakanlığı yazılarına yer verildikten sonra:

     “ Yurttaşlarımızın ata soylarını bundan sonraki kuşaklarımıza tanıtmaları ve yaşatmaları açısından, araştırmalar yapılarak; kökleri Orta Asya’da ki atalarımıza dayanan soyadı örnekleri hazırlanmıştır. Her Askerlik Şube Başkanımız Soyadı Komisyonlarında görev alacak ve doğru seçimlerin yapılmasında yardımcı olacaklardır.

          Askerlik çağı içinde bulunan ve bulunacak olan yurttaşlarımızın Askerlik Şubeleri tarafından takip edilebilmesi ve yapılacak hataların önüne geçilebilmesi için, yeni seçilecek soyadlarının yer alacağı yeni Nüfus Kütüklerinden, Nüfus Müdür ve Memurlukları ile birlikte, bir kütükte Askerlik Şubeleri için hazırlanacaktır.” 

          Genel Kurmay Başkanlığı tarafından alfabetik sıraya göre hazırlanan ‘Soyadı Örnekleri’ listesini bularak ‘SALUR’ sözcüğüne ulaştım. Karşısında yazılı kısa ve öz açıklamasında:”SALUR: Orta Asya’da yaşamış ve 1071 sonrasında Anadolu’ya, Rumeli’ye ve Balkanlara göç etmiş; Oğuz Türkleri’nin bir boyu. Dede Korkut bu boydandır. Salur; çok iyi yay ve ok yapan ve kullanan anlamına gelmektedir. Çok iyi at terbiye eden ve yetiştiren Salur Boyu, ayni zamanda Oğuz Türkleri’nin en çok bilge yetişen ve Kağanların, Hanların, Boy Beylerinin çocuklarını eğitip yetiştiren bir boydur. Bu konuda araştırmalar devam etmektedir. Daha fazla bilgi için yeni kurulan Türk Tarih Kurumu’na başvurulabilir.”

        Gerekli olan yazılı belgelere ulaşmıştım. Notlarımla birlikte Askerlik Şube Başkanı’nın yanına çıkarak, köyümüze ait ‘Askerlik Kütük Defteri’ne bakma izni aldım. Hep birlikte açtığımız ailemizin Nüfus Kayıt Sayfasının soyadı bölümünde, büyük temel harflerle ve hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde SALUR yazıyordu. Amcam Yaşar ÖZDENOĞLU ve Zühtü AKIN’ın sözlerini hatırlayarak: ‘ Ben 1934 yılı belgeleriyle boyumuzun adına ulaştığıma göre; sizler de ulaşabilirmişsiniz demektir.’Diye düşünmekten kendimi alamadım. Molla Ahmet Dedem için de: “Köyümüzün bilge kişisi olarak, boyumuz konusunda neden yazılı belge bırakmadın da bizlere ‘Davinci Şifresi’ gibi, soyadının ardında gizlenmiş bir bulmaca bıraktın?” Sorusu zihnimden geçti. Belki de Dedem, bunları hem sözlü ve hem de yazılı olarak bırakmış olabilirdi. Bu bilgi ve belgeler kuşaktan kuşağa aktarılma görevinin iyi yapılmamasından ötürü; unutulmuş, kaybedilmiş veya önem verilmeyerek çöpe atılmış olabilirdi. Tıpkı Babamın bize bıraktığı tahta bavulu gibi, Dedemin de bir sandığı veya bavulu vardı veya olmalıydı. Ben o kadar okuyan, kitap sahibi olan, mollalık yapan, her konuda bilgisine güven duyulan Molla Ahmet’ten sadece kara kalem çizimi ile yapılmış, hala koruduğumuz bir resimle; İkinci Abdülhamit tarafından verilmiş Kuran-ı Kerim’i hatırlıyorum. Eğer ben, Babamın: ‘Bu bavulda sizlerin bilmesi gereken çok önemli bilgiler var’ diye vasiyet etmeyip bıraktığı tahta bavuldaki belgeleri özel merakımdan ötürü zaman ayırıp okumasaydım, Tarihçe Öykümüzde yer alan çoğu bilgi yazılmamış olarak çöpe gitmiş olacaktı. Dedemden kalan kitaplar için de tüm torunlarına başvurdum. ‘Bizde ne gezer, olsa olsa Babanda olurdu’ haklı görüşlerini dile getirdiler. Kendine ait kitap ve belgelerine sahip çıkan ve gözü gibi koruyup bizlere de bu konuda örnek olan Babamın; babasından kalmış olan ve tüm köyümüzde ‘çok değerli’ kabul edilen kitaplarını ve belgelerini de gözü gibi koruyacağı düşüncesini halâ taşıyorum…

     Boyumuz konusunda edindiğim bilgi ve belgelerle; Hafize Ana’nın anlattıkları birbirini doğruluyor; dahası, Lofça’lı Ati Anamızla Gazi Osman Paşa arasında geçen konuşmalarla da örtüşüyordu. Doğru izler üzerindeydim ve bunu hangi kaynaklara başvurarak tamamlayacağımı da biliyordum. Yeni edindiğim bilgi ve belgeleri de klâsörüme ekleyerek araştırmalarıma devam ettim…

      Tarihçe Öykümüzün sonuna eklemeyi düşündüğüm ‘bir kişinin kendi yaşamını anlattığı yazı, öz yaşam öyküsü’ anlamına gelen ‘otobiyografi’ bölümünde ayrıntılarıyla yazılacağı gibi; 1976 yılından, emekli olduğum 1992 yılına kadar; mesleğim ve üyesi bulunduğum sivil toplum örgütlerinin çalışmalarından, fırsat yaratarak araştırmalarıma devam ettim. Bu arada 1984 yılında, köyümüzün yolları asfaltlanmış, yapılan nüfus sayımlarında iki bin sayısı aşılmış ve köyümüz belde statüsü kazanarak belediye yönetimine geçme hakkını kazanmıştı. Ben ve benim gibi düşünen köyümüz insanları; elimizdeki tüm olanakları kullanarak ve ‘Hamitabat mı Kırıkköy mü?’ soruları arasında gidip gelen; Kırklareli ve Ankara’daki tüm yetkililere ulaşarak ‘Hamitabat’ için karar verecek duruma gelmeleri için çalıştık. Sonunda bizim köyümüze hiç yakışmayan bir ‘Hamitabat Köy Halkı Belediye Kurulmasını İstemiyor’ kararı ile ayağımıza gelen fırsatı ve güzellikleri geri çevirdik. Bu karara nasıl ve neden varılmıştı? Köy genelinde bir oylama (referandum) yapılıp sonuç mu alınmıştı? Bu konuyu araştırdığımda, herkes topu bir başkasına atıyor ve olumsuz görüş belirtmediğini ısrarla söylüyor, kaçırılan fırsat için ah, vah ediyordu. Oysa 1968’li yıllarda yönetime gelen, büyük atılımlar yapan Üçüncü Kuşak temsilcileri halen yönetimdeydi. Bu olumsuz karar, Köyümüz Üçüncü Kuşağının şampiyonluğuna gölge düşüren bir olay olarak Tarihçe Öykümüzde yerini aldı. Daha sonraki yıllarda pişmanlık taşıyan ‘Biz Belediye Kurmak İstiyoruz’ feryatları hep havada kaldı. Çeşmekolu Köyü ile işbirliği yapılarak ‘mahallemiz’ olması konusu işlendi. Nihayet iki bin yılında; köyümüz yönetiminden, köy halkımıza; köyümüzde yaşayanlardan, ülkemizde yaşayan destekçilerimize uzanan çok güzel bir ‘Belediye Olma Hakkı Elde Etme’ çalışması gerçekleştirildi. Yapılan nüfus sayımında yeterli sayıya ulaşıldı. Tam, ‘oh! Nihayet Belediye Yönetimine Kavuştuk’ derken, yasalar değişti ve hevesimiz kursağımızda; umudumuz ise Köyümüzün Dördüncü Kuşağında kaldı. Güveniyor ve inanıyoruz ki, Dördüncü Kuşağımız; yasa gereği nüfusu yetersiz görülen köyümüzü, belediye yapmadan da, belediye yönetiminin gerektirdiği tüm koşulların ötesine taşıyarak, hak ettiği güzelliklere ulaştırarak; atalarından gelen ve köyümüzün adında bulunan ABAT ETME çalışmalarına devam edeceklerdir…

     Elektrik, su, asfalt yol, telefon, televizyon, araba ve her türlü çağdaş iletişim araçlarına kaliteli olarak ulaşan köyümüz; eğitim ve öğretimlerine önem verdikleri, özenerek ve her türlü öz veride bulunarak yetiştirdikleri çocuklarıyla da çağdaş bir görünüm kazanmıştı. 1950’li ve 60’lı yıllardaki yapılardan hiç biri kalmamış; köyümüzün her hanesi; bir veya iki katlı betonarme konuta ve iş yerine kavuşmuştu. Köyümüzde; makineli tarıma tümüyle geçilmiş, yağmurlama sulama yapılmaya başlanmış, çiftçilikten başka meslekleri yapanlar çoğalmış, kasaplık hayvan yetiştirme çiftlikleri kurulmuştu. Köy- KOOP tarafından, köyümüz ve civar köy sütleri için soğuk süt deposu kurulmuş, köyümüzde sucuk üretimine geçilmiş ve devamlı veteriner bulundurulmaya başlanmıştı. NAZMİ UÇAK İLKÖĞRETİM OKULU, Sağlık Ocağı ve fırın açılmış, Hamitabat Spor Kulübü Amatör Lig maçlarına katılarak şampiyonluk peşinde koşmaya başlamış, Basri KONYALI’nın oğlu, büyük bir başarı göstererek, Birinci Lig kulüplerinden Çanakkale Spor’a transfer olmuştu. Artık köyümüzde her hafta pazar kurulmaya başlanmış, köyümüzde oturup kentimizde iş yeri açanlar çoğalmış, kentimizde çalışan kişiler de ikâmet yeri olarak köyümüzü seçer duruma gelmişlerdi. Kadınlarımız arasında ferece giyenlerin sayısı, yok denecek kadar azalmış, köyümüz insanları; giyimden kuşama modayı takip eden, ev yapımından ev eşyasına kenti aratmayan, konuşmalarından davranışlarına kültürünün seviyesini yükselten; Yüce Atatürk’ün: “Hayatta en gerçek yol gösterici bilimdir.” Özdeyişini rehber alarak çağdaş bir görünüm kazanmıştı…

                                       *     *     *     *     *

                              

                         SALUR BOYUMUZLA İLGİLİ BÖLÜME BAŞLARKEN   

 

     Emekli olduğum 1992 yılından itibaren, araştırmalarım için daha fazla zaman ayırabildim. Bilgi ve belgeler için ayırdığım birinci klâsör dolmuş, ikincisine başlamıştım. Fotokopi makinesinin yaşamımızda yer almasıyla, bilgi ve belge toplama çok kolaylaşmıştı. Bu arada gazetelerde köşe yazısı yazmaya, yerel ve ulusal TV programlarına katılmaya başlamış, bu nedenle de zaman darlığı yine baş göstermişti. Bilgisayar, ülkemiz yaşamında henüz yer almaya başlamış ama bizlere kadar ulaşmamıştı. Bu nedenle yayınlanacak yazılarımı ve özellikle köyümün insanlarıyla olan söyleşiler sonucu yazmaya başladığım öyküleri, daktilo ile yazmak zorundaydım. Daktilo yazılımı, en çok 4 nüsha oluyor ve hataları gidermek, cümleye veya paragrafa sonradan ek yapmak mümkün olmuyordu. Bu nedenle de çok düşünüp, bütün ayrıntıları gözden geçirip, el yazısıyla bir taslak yapmak ve sonra daktiloyla yazmak gerekiyordu. Oysa ben üreteceklerimi; taslak yazılarımda değil de düşüncelerimde son şeklini verip, yazma özelliklerini taşıyordum. 1995 yılında, Trakya Temsilcisi görevinde bulunduğum Sivil Toplum Örgütü TEMA’nın, örgütümüz için tahsis ettiği bilgisayarla tanıştım ve yazma ufkum çok genişledi. Bana göre bilgisayar; yazarın esaretini sona erdiren, özgür fikir ve düşüncelerini en son sınıra kadar istediği gibi yazıya dönüştürmesini sağlayan, sihirli bir araçtı. Artık yazma işlerim kolaylaşmış ve zaman azlığı da nispeten ortadan kalkmıştı.2004 yılında kendi bilgisayarıma kavuştum. Bir taraftan araştırmalara devam ederken, diğer taraftan da klâsörlerdeki bilgi ve belgeleri düzenlemeye başladım. Boyumuzla ilgili araştırmaları bir an önce sona erdirmek ve yazmaya başlamak istiyordum. Söylerken kolay görünen bu uğraş, çalışırken çok zor oluyordu. Bir kaynağa ulaşmak bazen saatlik ve çok kolay, bazen de günlerce sürerek çok zor oluyor, Ankara ve İstanbul’da olduğu için de; yemek ve konaklama konularında sıkıntılar yaratıyordu. SALUR Boyu, özellikle Anadolu’ya göç ettikten sonra, göçer yaşamlarını sürdürdükleri için gezip dolaşmışlardı. Anadolu’nun onüç yerinde SALUR adını taşıyan yerleşim birimi vardı ve buralara da ulaşılıp bizim boyumuzla olan ilgileri araştırılmalıydı. Telefonla yapılan görüşmeler ‘evet’ yanıtına ulaşıyor ama yeterli olmuyordu. Eğer Tarihçe adını verdiğiniz yapıt, adına bağlı olacaksa kesinlikle gidilip yüz yüze görüşülecek; bunun için de binlerce kilometre yol gitmek gerekecekti.

      2006 yılına kadar süren ve halen her yazdığım bölüm sona erinceye kadar o bölümle ilgili araştırmalara devam ettiğim Tarihçe Öykümüzün yazılmasına sıra gelmişti. Son bölüm olarak tasarladığım Üçüncü Bölüme başladığım 2009 Haziran başında; halen hem son bölüm hem de Birinci ve İkinci Bölümler konusunda araştırmalarım devam ediyor ve yeni bilgi ve belgeler elde edildikçe gerekli eklemeler yapılıyordu. Bu çalışma sistemine göre Tarihçe Öykümüzün son şekli, son tuşa bastıktan sonraya kalacaktı…

                                                   *     *     *     *     *

 

                          TARİH BABAYA GÖRE TÜRK VE TÜRKLER

      Yazarın Notu: Boyumuzu gerektiği gibi tanıyabilmek için aşağıdaki bilgilerin de hatırlanması veya edinilmesi gerekirdi. Boyumuzun dışında kalan ve çok öz bilgilerden oluşan konular hakkında daha geniş bilgi ve belgeye ulaşmak isteyenler; ekte sunduğumuz kaynaklardan ve diğer başvuru kaynaklarından, daha ayrıntılı bilgilere ulaşabilirler.

 

 TÜRK: Bize tüm dünya Türk diyor ve biz Türk’üz. Bu isimden kaynaklanarak ve bu isme sahip çıkarak Türkiye Cumhuriyeti Devletini kurmuşuz. Kurtuluş Savaşımızla; sınırlarını şehitlerimizin kanlarıyla çizdiğimiz ve tapusunu Lozan Barış Anlaşmasıyla tüm dünyaya tescil ettirdiğimiz Türkiye’de yaşıyor; bundan da övünç ve kıvanç duyuyoruz. Türk adını kendi kendimize veremeyeceğimize göre; bize ilk defa kim Türk demiş? Bu adımızı kim, ne zaman vermiş?..

       Tarih Baba diyor ki: Türk adı ilk defa Orhun Yazıtları’nda geçer. İslâm kaynaklarında, genellikli Tevrat ve Avesta’dan gelen İbrani ve İran söylentileri yer almıştır. Türklerin Nuh Peygamberin oğlu Yafes’in “TÜRK” adlı torununa bağlanması gibi. Kâşgarlı Mahmud’a göre; İranlıların Afrasiyab adıyla andığı hükümdar, Türklerin efsanevî atası Alp Er Tunga’dır. Türk adının anlamı konusunda, bazı İslâm kaynaklarında, ‘Türk’ ve ‘terk’ sözcüklerinin imlâ benzerliğine dayanılarak Türkler, Kaf Dağı’nın ardına terk edilmiş bir kavim olarak açıklanmıştır. Sui-şu adlı Çin kaynağında; Türklerin yaşadıkları ülkedeki miğfer biçimindeki dağla ilgili olarak adlandırıldıkları belirtilmektedir. Tarihçi ve Türkolog (Türkler konusunda bilimsel araştırmalar yapan) A. Vambery ise: Türk sözcüğünün ‘türe’ fiilinden –k ekiyle ‘türemiş’olduğu görüşündedir. Kâşgarlı Mahmud, Türk adının Türklere Allah tarafından verildiğini ve bu sözcüğün ‘gençlik, olgunluk ve kuvvet, kudret çağı’ anlamına geldiğini söylemektedir. Ünlü Türk Bilim Adamı ve Türkolog Ziya GÖKALP’ de: Türk adının, töre – türe sözcüğünden –k ekiyle yapılmış ve ‘töreli, nizamlı ve yasa ile düzenlenmiş kavim’ anlamına geldiğini kabul etmektedir. Bir başka tarihçi ve Türkolog F. W.K. Müler: Uygur metinlerinde Türk sözcüğünün ‘kuvvet ve güç’ anlamındaki ‘erk’ sözcüğüyle yan yana, anlamını kuvvetlendirmek için kullanıldığını söylemektedir. Ünlü Tarihçi ve Türkolog L.Bazin ise, yukarıda yazılı tüm tarihçi ve dilcilerin görüşlerini destekledikten sonra, Kâşgarlı Mahmud’dan da ilham alarak: Türk sözcüğünün ‘törük > türük > Türk’ biçiminde değişime uğrarken, anlam bakımından da; ‘türemiş, gelişmiş, gelişip olgunlaşmış’ biçiminde geliştiği görüşünü benimsemiştir.   

     TÜRK IRKI (SOYU): Türk Dil Kurumu Sözlüğü: Irk = Soy sözcüğünün anlamını, bizim araştırdığımız anlamda: “ Kalıtımsal olarak, belli ortak fiziksel ve fizyolojik özelliklere sahip insanlar topluluğu.” Olarak tanımlıyor. Bu tanımlamadan yola çıkarak Tarih Baba’ya sorduğumuzda: “ Tarihin erken çağlarında (yılımız tarihinden 5 bin yıl önce, M.Ö. 3 bin yıllarında), Orta Asya’da ortaya çıkarak, doğuda Kadırgan Dağlarından, batıda Orta Tuna Havzası’na; güneyde Hindistan, İran ve Mısır’dan, kuzeyde Lena Irmağı’nın denize döküldüğü yere ve Volga Irmağı’na katılan Kama Irmağı Havzası’na kadar uzanan geniş bölgeye yayılmıştır. Bu gün bu bölgenin aslî ve hâkim unsurudur. Kafatası biçimi bakımından brakisefal (kısa kafalı) nitelik gösterirler. Yüz, genellikle geniş ve düz görünüştedir. Kaş kemerini meydana getiren kemik, düz olarak gelişmiştir. Göz çukuru nispeten dar ve küçük olmakla birlikte, mongoloid (Moğollarınkine benzer özellikler taşıyan, sarı ırka benzeyen) ırkta olduğu gibi, göz kapağı gergin ve çekik olmadığı için, Türkler badem gözlüdür. Göz rengi çeşitlidir. Elmacık kemiği gelişmiş olmasına rağmen, monogoloid ırkta olduğu gibi çıkık değildir. Kulaklar yatıktır. Sakal ve bıyık, ne Ön Asya arî kavimlerinde olduğu gibi, teni karartacak kadar sık; ne de mongoloid ırktaki kadar seyrektir. Saç, sakal ve bıyık renkleri; açık kumraldan siyah renge kadar çeşitlilik gösterir.

     Yüzyıllardan beri süregelen göçler ve akınlar sonucunda, çeşitli uluslarla karıştıkları için, Türklerin çok belirgin bir tipi çizilemez. Günümüzde Anadolulu bir Türk ile Orta Asya’lı bir Türk’ü; Kazanlı bir Türk’le Balkanlı bir Türk’ü birbirine benzetmek güçtür. Hatta Anadolu’da bile, Karadenizli bir Türk’le Egeli, ya da güneyli bir Türk’ü birbirine benzetme olanağı yoktur. Onun için, yeryüzünde ve nerede ve hangi tipte olursa olsun; Türkçe konuşan ve kendini Türk bilen herkes Türk sayılır. Batı’da Avrupa ortalarından, doğuda Asya’nın bir ucuna kadar, 2 milyon kilometrekarelik bir alana yayılmış bulunan Türklerin insan sayısı (Nüfusu) 200 milyonu geçer.

              TARİHTE TÜRKLERİN YER ALIŞI VE TÜRKLERİN TARİHİ

    Türklerin tarihi, Kunlar veya Hunlar ile başlar. Uygur Yazıtlarına gelinceye kadar, Türklerin bıraktığı yazılı bir tarih veya Türkler tarafından yazılmış bir belge yoktur. Bu nedenle M.S. 745 tarihine kadar. Tarihçiler; Türkler konusundaki bilgi ve belgelere Çin kaynaklarından ulaşırlar. Çin Kaynaklarında, Hiung- Nu adı verilen Türklerin ilk atalarından, M.Ö. 3. bin yıldan ( içinde bulunduğumuz 2009’dan 5 bin yıl önce) itibaren, Çin’in kuzeyindeki Asya Bozkırlarının hâkimi olan, atlı ve okçu kavim olarak söz edilir. Asya Hun Birliğinin batı kanadında bulunan Saka Türkleri, M.Ö. 8. yüzyılda (2009’dan 2 bin 800 yıl önce), Hazar Denizi ve Karadeniz’in kuzeyindeki ovalara hâkim oldular. Bunlar M.Ö.7. yüzyılda, Ön Asya’ya inerek bir süre de burada hüküm sürdüler. İranlıların Afrasiyab, Türklerin Alp Er Tunga adını verdikleri Saka Hakanı’nın, M.Ö.624’te İran Hükümdarı Keyhüsrev tarafından öldürülmesiyle; Saka Türklerinin Ön Asya’daki hâkimiyeti sona erdi. Türk Tarihinin aydınlık çağı, Asya Hun Hükümdarı Teoman ile başlar. Çinli tarihçilerin

Tou-man diye yazdıkları ve M.Ö.220 – 209 (M.Ö. ler geriye doğru gidilerek hesaplanır) yılları arasında başlar. En az iki bin yıllık bir başlangıç döneminden sonra, M.Ö. 3. yüzyıldan bu güne kadar, Türk Tarihinin bilinen kısmı; M.S. Bin yılından itibaren, Türklerin kitle halinde Müslüman oluşlarıyla yeni bir karakter kazanır. Bu bakımdan, M.S. Bin yılına kadar gelen dönem: İslâmlıktan Önceki Türk Tarihi; daha sonraki dönem de: İslâmlıktan Sonraki Türk Tarihi olarak iki ana bölüme ayrılır…

 

 TÜRKLERİN DEVLET KURUNCAYA KADAR GEÇEN TARİHSEL YAŞAM ÖYKÜSÜ

   BİZ; ÖNCE İNSANIZ, SONRA TÜRK’ÜZ VE SONRA DA SALUR BOYUNDANIZ

    ÖNCE İNSAN: Tarihçiler,’tarihin başlangıcı, yazının bulunuşuyla başlar’ derler. Yazının bulunuşu da; 2009 yılından 7 bin yıl önceye; M.Ö.5 bin yıllarına kadar uzanır. Tarihçiler, yazının bulunuşundan önceki tarihsel araştırmalara ‘Yazılı Tarih Öncesi’; sonrasında yapılan araştırmalara da ‘Yazılı Tarih Sonrası’ adını vermişlerdir. Yukarıdaki tarihsel gerçeklerden düşünce geliştirip sonuç elde ettiğimizde:

    1.- Türkler, yazının bulunuşundan iki bin yıl sonra tarih sayfalarında yer almaya başlamışlardır. Bu yer almaları da kendi yazılı belgelerinden değil, başta Çin olmak üzere, başka ulusların yazılı belgelerinden öğrenilmiştir.

     2.- Türkler kendi yazılı belgelerini, kendi yazılarıyla; M.S. 745 yılında, Uygur Yazıtları ile tarih sayfalarına yazmaya başlamışlardır.

    Tarihçiler ve aralarından özel bir ilgi duyarak çalışmalarını Türkler üzerinde yoğunlaştırıp Türkolog adını almış bilim adamları, yalnız yazıya dayanan araştırmalar ile yetinmeyip, kazılar ve bulgular üzerinde de çalışmalar yaparak; karanlıkta kalan bilinmeyenleri de gün ışığına çıkarmaya çalışmışlardır. Dünya tarihçileri, her yılın belli bir zamanında ve her yıl belirlenen belli bir ülkede bir araya gelerek, bir yıl boyunca yapmış oldukları kazı çalışmaları, yazılı belge çözümleri ve yeni elde edilen fosillerin incelenmesi sonuçlarını tartışarak; ortak karalarını imza altına alıp yayınlarlar. 1980’li yıllara kadar elde edilen bulgulara dayanılarak; bireysel olarak yaşayan ilk insan fosilleri incelendiğinde, bir milyon yıl önceye gidilebilmektedir. Yine, M.Ö. 7. bin yıllara kadar gidilebilen ilk insanların toplu yaşamı; 2009 yılına geldiğimizde, yeni elde edilen bulgularla ve fosillerin incelenmesiyle; ilk insan toplu yaşamı tarihi M.Ö.15. bin yıllara kadar ulaşmıştır. Bu konudaki çalışmalar durmaksızın devam etmekte olup; yazmaya çalıştığımız Tarihçe Öyküsünde yer alan “Tarihte Türklerin Yaşamı” konusu da gelecekte yeni bulgu ve belgeler ışığında değişebilir. Tarihçe Öykümüze temel olan 2009 yılı çalışmaları sonucunda elde edilen bulgulara göre:

     Karanlık Devir denilen bölümde; ırk, soy, ulus olarak yer almayan, yalnız ‘insan’ olarak yer alan, aralarında atalarımızın da bulunduğu insanların, nasıl toplu olarak yaşadıklarına ilişkin bilgi edinilemediği için, karanlık devir adıyla anılmaktadır. Bundan sonra gelen ‘Mağara veya Kaba Taş Devri’ndeki toplu insan yaşamı; ot yedikleri, eline uygun olan taşları savunma ve avlanma silâhı olarak kullandıkları, toplu olarak avlanıp toplu olarak savundukları,ağaç kovukları ve mağaralarda barındıkları, cinsel dürtülerine göre eş seçtikleri ve sahiplendikleri, avladıkları hayvanların derileriyle örtünmeye çalıştıkları, konuşma denemeyecek mırıltı ve işaretler yardımıyla anlaşmaya çalıştıkları kanıtlanmıştır. Ardından gelen Yontma Taş Devri’nde; taşı taşa sürterek, silâh ve balta yapıp; yırtıcı hayvanlardan kendilerini korudukları ve avladıkları hayvanların etlerini çiğ olarak yedikleri biçimdeydi. Bu devirdeki insanlar, duygularıyla değil, tıpkı hayvanlar gibi güdüleriyle hareket ediyor, konuşamıyor ama birbirinin anlayacağı işaretlerle homurtular çıkararak anlaşmaya çalışıyorlardı. Erkek ve dişiler, cinsel dürtülerle birbirini seçip, birlikteliklerini başkalarından gizleyerek sürdürüyorlardı. Cilâlı Taş Devri’nde ise; sert taşları işledikleri, keskinleştirdikleri, ağaçtan sap yapıp balta ve çekiç haline getirdikleri, parlatıp cilâladıkları, yaptıklarıyla sanat eseri gibi övündükleri,aile yaşamına başladıkları, ailelerin birbirine yakın yerleşip; toplu ve kolay savunma yapmayı öğrendikleri, sürek avına çıkıp etleri paylaştıkları, bitkileri seçerek yemeye başladıkları, kendi aralarında anlaşılır sözcükler kullanarak konuşmaya başladıkları, mağara duvarlarına resimler yapmaya başladıkları, ava giden bir erkeğin; mağara önüne avlayacağı hayvanın resmini yaparak eşini bilgilendirdiği ve bir takım işaretlerle ilk yazıya geçtikleri, hamur haline getirdikleri kil tabletler üzerine yazdıktan sonra, fırınlayıp pişirdikleri ve korudukları, bulgu ve belgelerle kanıtlanmıştır. Yazılı Tarih’le birlikte araştırmalar daha kolaylaşmış; bulgular daha çoğalmıştır. Bunun sonucunda Tarih Çağlarına geçilerek; yazının bulunuşu olan M.Ö. 5. bin yılda ‘İlk Çağ’ başlatılmıştır. Bu çağda insanlar yine ırk ve ulus olarak ayırım yapmadan, 1500 veya 2000 bin yıl toplu yaşamlarına devam etmişler; M.Ö. 3 bin 500 veya 3 bin yıllarında ırk olarak birbirlerinden ayrılmaya başlamışlardır. Bu arada; hayvanları evcilleştirmeye, bitkileri kendileri yetiştirmeye, besinleri depolamaya, yıldırım düşmesi sonucu ateşi bularak yiyeceklerini pişirmeye, komşuluk ilişkilerine önem vermeye, toprakları işlemeye, balık kılçıklarından ve ağaç kabuklarından yararlanıp giysilerini kaba saba dikmeye başlamışlardır. İnsanlar, M.Ö. 1500’lü yıllarda bakır madenini bulmuş ve yaşamları değişmiştir. Artık balta, bıçak, kap kacak gibi eşyalarını bakırdan yapmaya başlamışlar, bakırın yumuşaklığını gidermek için de kalayla karıştırarak tunç madenini elde etmişlerdir. İnsanların toplu halde yaşamları, giderek daha düzenli ve düzeyli duruma gelmiş, tekerlek keşfedilmiş, çadır veya kulübe benzeri barınaklar yapılmaya başlanmış, hayvanlardan yararlanma yöntemleri çoğalmış, topraklar sürülmeye ve tarla haline getirilerek düzenli ekilmeye başlanmıştır. İnsanlar bakırdan 500 yıl sonra da M.Ö. bin yıllarında demiri bularak işlemeye başlamışlar; beceri, bilgi ve yeteneklerini çoğaltarak ve geliştirerek, yaşam düzeylerinin yükseltmeye başlamışlardır.  

                                                  *     *     *     *     *

     SONRA TÜRK’ÜZ: Çin yazılı kaynaklarına göre Türkler, M.Ö. 3 bin yılında, diğer insanlardan ayrı bir özellik göstermeye başlamışlar ve bunun sonucunda da TÜRK olarak adlarından söz ettirmeye başlamışlardır. Orta Asya’da yaşayan Türkler henüz yazıya geçmediklerinden, atalarından gelen yaşam tarz ve koşullarını, nasıl güçlüklerle karşılaştıklarını ve bunların üstesinden nasıl başarıyla geldiklerini; sözel olarak destanlaştırmışlar, efsaneleştirmişler ve tarihin sayfalarında yer almasını sağlamışlardır. Bunların en ünlüleri, hepimizin yakından bildiği ‘Ergenekon Destanı, Oğuz Kaan Destanı, Bozkurt Destanı ve Manas Destanı’ gibi destanlardır. Bu destanların tümü; Türklerin tarihte var olma savaşı vermelerinin öyküsünü anlatır. Bu destan ve efsanelerin söylenceleri ışığında ve Çin Yazılı kaynaklarına dayanarak öykümlemelerine geçmeden önce; daha sağlıklı sonuçlara ulaşmak açısından, Türklerin İslâmiyeti kabul etmeden önceki dönemlerdeki dini inanışlarını ve sosyal yaşamlarını yakından bilmek veya anımsamak gerekir. Çünkü dini inanışlar ve bunun etkisinde kalan sosyal (toplumsal) yaşam, Türklerin Tarihi’ne büyük etkide bulunmuştur ve bulunmaya da devam etmektedir.

 

                         İSLÂMİYETTEN ÖNCE TÜRKLERDE DİNİ İNANIŞ:

                                  “ŞAMANLIK VEYA ŞAMANİZM”

       Bilim adamlarının incelemelerine göre Şamanlık, insanlığın en eski dinlerinden biridir. Temeli doğaya dayanır. Doğaya tapma, doğaüstü ruhlara inanma temeline dayalı Şamanizm; doğada var olan yadsınmaz güçlere – özellikle de iklime- ( gece, gündüz, yağmur, şimşek, yıldırım, doğum, ölüm vb.) karşı duyulan ilgi, bu güçler konusunda sağlıklı olarak edinilemeyen bilgi, insanların içlerinde duydukları ürkü ve korku nedenleriyle ulaştıkları bir inançtır. Kökeni M.Ö. İkibinli yıllara kadar ulaşır. Orta Asya Türklerinin dini inanışı olarak kabul edilse de; Çin, Hint, İran, Moğol, İskit, Tunguzların yanı sıra; kutup bölgesindeki Laplar, Samoyetler, Koryaklar, Yeniseyliler, Eskimolar ve Mançurlar; Kuzey Çin ve Kore halklarıyla, Kuzey Amerika yerli kabileleri, Grönland Eskimoları da Şamanlık inanışı taşırlar. Bu gün dahi bu inanışlarını sürdüren halklar bulunmaktadır. 

       Şamanlığın başlıca inaçları ve özellikleri şunlardır: Şaman inanışına göre, evren üç kısımdan meydana gelir; Gök, Yeryüzü ve Yeraltı. Aydınlık âlemi olan ve değişik katlardan meydana gelen gökte, en büyük ruh olan ÜLGEN (ulu) ile başta karısı ve çocukları olmak üzere, kendisine bağlı iyi ruhlar yaşar. Yeryüzü, insanoğlunun bulunduğu yerdir. Yeraltı, ayrı katlar halindedir. Burada korkunç ERLİK (güçlü) ile çocukları ve öteki kötü ruhlar barınır. Şamanlar, bütün âlemin iyi ve kötü ruhların etkisi altında bulunduğuna inanırlar. Ruhlarla ilişki kurma gücü yalnız, Şamanlığın din adamı olan Şaman’da bulunur. Bu inanışa göre Şaman; ruhlarla insanlar arasında aracılık kuran kişidir. Şaman, ata veya akrabasının ruhlarından aldığı kuvvet ve ilhamla, iyi ruhların yararlı etkilerini sürdürmeye veya yerine göre, kötü ruhların zararlı çalışmalarını, kötü niyet ve düşüncelerini önlemeye çalışır. Bu amaçla düzenlenen törenlerde Şaman’ın, ruhlarla ilişki kurarak, onların devlet, kabile, aşiret, boy üyelerinin (bu dine inanmış insanlarının) veya topluluklarının (boylarının, devletlerinin) isteklerini yerine getirmelerini sağlayabileceğine inanılır. Böyle zor bir işi, ancak belirli yetenekleri olan kimselerin başarabileceği kabul edilmiştir. Bazı araştırmacılar da Şamanlığı; bir nevi büyücülük, kâhinlik olarak tanıtırlar. Bu görüşte olan kişilere göre; bu inanış, gerçek anlamda bir din değildir; fakat yayıldığı bölgelerde dinin yerine geçmiştir. Aslı şiddetli bir cezbeye (bir duygu veye inanışın etkisiyle aşırı ölçüde coşup kendinden geçme durumu) na dayanır.

     Şamanlık inanışına göre, üç ruh vardır. İnsan Ruhu, Hayvan Ruhu ve Bitki Ruhu.Ölen insan ruhu en büyük tanrı olan Gök Tanrının katındaki cennete gider. Şamanlık dininde cehennem yoktur. Ölen insanın ruhu uçar, vücudu mezarında yaşamına devam eder. Ölen hayvan ruhlarıysa, başka vücutlara girerek yeniden dünyaya gelir. Ölen bitki ruhları toprağa bağlıdır. Her yıl hıdrellez gününde yer tanrısı tarafından tekrar yaşama dönmelerine izin verilir. İnsan ruhları genellikle kuş biçiminde düşünülür. İnsanlara can vermek için vücutlara girmeden önce tüm ruhlar, gökte kuş olarak yaşarlar. İnsanlar ölünce de göğe uçarlar. Türkler arasında ölen kişi için ’uçmaya vardı’denir. Bu gün bile bazı Türkmen Oymaklarında ölen kişi için ‘uçmaya vardı’ denmektedir. Yaşam kaynağı Gök Tanrı’dır. (ÜLGEN) Yeryüzündeki tüm canlı ve cansızları yöneten, yaşatan, mutlu eden, acı çektiren, zaferlere götüren veya yenilgiye uğratan hep ÜLGEN’dir. Kut; dinsel anlamda uğur, şans demektir. Gök Tanrı kut’unu çekince, her şey tersine döner. Bu nedenle tüm inanışlar, adaklar, kurbanlar, yakarışlar ve dualar KUT kazanmak üzerinedir. Kut’u olmayanın mutluluğu, başarısı, sağlığı ve geleceği olmaz. Gök Tanrı tarafından kut’u çekilen ülke veya insan lânetlenmiş demektir. Bu günkü yaşamımızda da iyi dilek cümlesi olarak ‘kutlu olsun’ deriz. Bu cümle de bizlere atalarımız tarafından taşınmıştır. En eski Türk Atasözleri KUT üzerinedir: “ Erdemsizlikten (kötü düşünceli, ahlâksız, korkak, yalancı kişiden) kut uzaklaşır”ve “KUT’ suz, kuyuya giderse; kum yağar.”

     Türkler ölen kahramanlarının mezarlarına, kahramanın her öldürdüğü düşman için bir taş dikerler. Bu taşlara BALBAL adı verilir. Balbal taşlar, öteki dünyada kahramana hizmet ederler.

       Türkler, GÖK (tanrı kökenlidirler) bu nedenle GÖKTÜRK adını almışlardır. Atların da Gök Kökenli (tanrısal) olduğuna inanılır. Yiğit ölünce atı da öldürülür ve birlikte gömülür. Sahibi öbür dünyada da atına biner. At, bir insan gibi, sahibinin mensup olduğu boyun üyesi sayılır. Bu hak başka hayvanlara tanınmaz. At, kardeş kadar yakın tutulur. Salur Kazan (Boy Beyi): “At işlemezse er öğünmez, hüner atındır” özdeyişiyle günümüze kadar ulaşmıştır.

     Türkler, M.S. 800’lü yıllarda İslâmiyeti kabul etmeye başlamışlardır. Bu tarihe kadar yalnız Araplara özgü bir din olarak görülen İslâmiyet, Türklerin kabul etmesiyle cihanşumul (tüm dünya insanları tarafından kabul edilen) bir din olmuştur. Oğuz Türkleri ve bizim Salur Boyumuz, İslâmiyeti M.S. 1050 yıllarından sonra, Anadolu’ya göç ederken ve Anadolu’nun fethi kabul edilen 1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra kabul edinceye kadar; yaklaşık üç bin yıl Şamanlık İnanışı ile yaşamışlardır. İslâmiyete geçerken de: ”Biz Türkler, Şamanlığın doğru gördüğümüz bazı inanış ve davranışlarını bırakamayız. İslâmiyetle birlikte bunları da yaşamaya devam ederiz. Aksi halde dinimizden ayrılmayız” koşulunu öne sürmüşler; İslâm düşünürleri ile Dede Korkut ve diğer bilgelerin katıldığı bir toplantıda ortak düşüncelere varıp İslâmiyete geçmişlerdir.

      Atalarımızın Şamanlık İnanışıyla geçen üç bin yılının kendilerinde bıraktığı izler ve etkiler; kuşaktan kuşağa aktarılarak bizlere kadar ulaşabilmiştir. Bunların neler olduğunu, okuyacağımız aşağıdaki bölümlerde görecek ve ‘acaba uyguladığımız bu gelenek ve görenek, Şamanlık’tan mı, yoksa Müslümanlıktan mı?’ sorusuyla yeniden yorumlamaya çalışacağız düşüncesindeyim…

     

          ŞAMANLIK İNANIŞININ DİN ADAMI: ŞAMAN VE ÖZELLİKLERİ

    Türklerde din adamları olan Şaman’lara büyük saygı gösterilirdi. Gerek dinsel ve gerekse sosyal yaşamda Şamanlar; akıl danışılan, sorunları çözen, tanrı ile insan arasında bağlantı kuran, gelecekten, bilinmeyenlerden haber alıp, ne olabileceğini önceden bilen insanlardı. Şaman, babadan oğula geçme yoluyla din adamı olurdu. Şaman adayları genellikle çocukluk çağında, bir takım sihirli durum ve davranışlarla kendini gösterirdi. Mesleği konusunda çeşitli bilgileri, yaşlı bir şamandan ders alarak öğrenirdi. Altay yöresindeki Türk Halkları, şamana genellikle KAM derlerdi. Kırgız Kazaklar ise şamana BAKSA veya BAKŞI unvanını verirlerdi. Altaylılarda şamanlar; AK KAM ve KARA KAM olmak üzere ikiye ayrılırdı. Ak; aydınlıktan, doğruluktan, iyilikten, güzellikten ve başarıdan gelen uğurlu bir renkti. AK KAM’lar gökteki iyi ruhlarla iletişim kurarak insanlara mutluluk ve başarı getirmek için çalışırlardı. Kara renk ise; kötülük, çirkinlik, yanlışlık ve sıkıntı taşıyan uğursuz bir renkti. KARA KAM’lar da yeraltındaki kötü ruhlarla iletişim kurarak, insanları bu kötülüklerden korumak için çalışırlardı.

     Şamanlar, içinde yer aldıkları boylara göre; ayin sırasında özel bir elbise giyerler ve bu elbiseleriyle tanrılarla daha kolay iletişim kurduklarına inanırlardı. Bu özel giysilerinin değişmez parçaları; başlık, cübbe, göğüslük, eldiven ve yüksek konçlu ayakkabılardı. Cübbe; yer yer katır (nazar) boncukları, çıngırdak ve temsili bir takım madenî parçalar, çeşitli kürkler ve türlü varlıkları temsil eden, irili ufaklı bebeklerle donatırlardı. Ayrıca koltuk altından başlayan ve arkadan eteklere kadar sarkan şerit parçaları ve başlığa geçirilen tüylerle, şamanın görünüşü kuşu andırırdı. Bazı şamanlar, başlarına geyik boynuzu takarlardı. Şaman bu kıyafetleriyle kuş veya geyiğe benzeyen bir hayvanı temsil ederdi. Böyle giyinmekle şamanın; kolaylıkla göğe uçtuğuna veya yeraltındaki kötü ruhlarla savaşma olanağına daha kolay ulaşmış olduğuna inanılırdı. Bazı boylarda şamanlar; tören sırasında yuvarlak veya yassı olan, büyük bir tefi andıran davul da kullanırlardı Bu davulun içi ve dışı, renkli resimler ve çeşitli sembolik şekillerle donatılırdı. Tören sırasında şaman, ruhları davulun içinde toplardı. Davul, ruhlar dünyasına giden şamanın bindiği at veya geyiği temsil ederdi. Davul; tavşan, kakım veya samır ayağından yapılmış bir tokmakla çalınır, kırbaçlanırdı. Genellikle şamanlar; gelecekten haber vermek, büyü ve efsun yapmak, ruhlara kurban sunmak, gibi işler yaparlardı. Fakat gerçek şaman; kişisel veya sosyal bir takım sorunları, herhangi bir şekilde, ruhlarla iletişim kurarak çözümlerdi. Bu amaçla düzenlenen dinsel törenlerde, büyük bir cezbeye (kendinden geçme) kapılan şaman, gökteki veya yeraltındaki ruhlar dünyasına girerdi. Bazen de ruhlar, şamanın içine girerek, zorluk gösteren sorunların çözülebilmesi için ona ilham verirlerdi. Şaman gerek gökteki, gerek yeraltındaki ruhlara giderken, çeşitli duraklarda tanık olduğu sahneleri, törene katılanlara anlatırdı. Bu arada karşılaştığı bir takım zorlukları yenmek için kendinden geçerdi…

      Bu günkü yaşamımızda; at nalından katır (nazar) boncuğuna, ağaçlara çaput (renkli bez parçası) bağlamaktan Hıdrellez’deki Martaval Çömleğine, Yeni doğum yapan annelirin ‘Albastı’sından, mezar bakımlarına; ‘alnın ak, yüzün pak olsun’ deyiminden, ‘kara bahtım kem talihim’ deyimine ve uzatabileceğimiz sayısız örneklerine kadar kullandığımız örf, adet ve geleneklerimiz Şamanlıktan gelmektedir.

 

                 TÜRKLERİN SOSYAL YAŞAMLARINDA YER ALAN TERİMLER

         Bu günkü yaşamımızda; köy, kasaba, ilçe, il gibi terimlerin ne anlama geldiğini biliriz ve konuşulanı, yazılanı anlamakta güçlük çekmeyiz. Bundan üç bin yıl önce yaşamış olan atalarımız, bu günkü terimleri kullanmadıkları için, Tarihçe Öykümüzde geçen o zamanın toplumsal yaşamında kullanılan bir terim geçtiğinde ‘Bu da nedir?’ sorusunu kendimize sorar ve daha iyi anlamak için de başvuru kaynaklarına yönelir, hem Tarihçe Öykümüzü anlama, hem de zaman kaybına uğrarız. Bunun önüne geçmek için, atalarımızın üç bin yıl önce kullandıkları terimlerin anlamlarını; Tarihçe Öykümüz içinde öz olarak bilmekte veya anımsamakta yarar vardır.                                        

      SOY: Aralarında evlenme yasağı olan, bir kurucu atadan inen oğullar, torunlar ve onların çocuklarından meydana gelir. Karı, koca soyunun tam üyesi sayılmaz. Ancak erkek çocuk doğurursa, soy içinde mevki, itibar kazanır ve kocası ölünce, küçük erkek çocukları adına kocalarının yetkilerini kullanır. Hatta küçük oğul adına, topluluğa başkanlık bile yapma yetkisine ulaşır.

         Soy, Türklerde kemikle belirlenir. Ayni kemikten inenler ‘soydaş’tırlar. Türklere göre: Gerçek oğlun kanı; diri babanın tırnağına, ölü babanın kemiğine yapışır ve ayrılmaz. Sahte oğlun kanı ise kemik üzerine yapışmaz hatta durmaz. Ayni soydan olup olmadıklarını belirleyen bu deney soy belirlemede kullanılır.

      URUĞ: Ayni atadan inen bütün soydaşlara, Türk ve Moğollarda uruğ denir. Uruğ’un dar ve geniş anlamı vardır. Dar anlamda Uruğ: Genellikle 7 ile 8 kuşak,(göbek) yakındaki belli bir atadan gelen daha ufak grupları belirlerler. Bunların arasında evlilik yapılmaz. Geniş anlamda Uruğ: Çok uzak bir atadan gelen ve pek çok soyu kapsayan, çok geniş bir akraba grubunu anlatır. Göktürk Kağanı Bilge: ” Çin, uruğumuzun kökünü kurutacaktı” der.

       Soylar büyüdükçe, yeni otlaklar ve av hayvanları bulmak nedeniyle devamlı bölünürler. M.Ö. iki bin yılından, 800 yılına kadar bu bölünmeler yüzünden aralarındaki ilişkiler de sona ermiş, zaman zaman soylar bibirine otlak ve mal yüzünden düşman olmuşlardır. Mete (Oğuz) Han, M.Ö. 800’lü yıllarda kurduğu BOY sistemiyle; soylar ne kadar büyürlerse büyüsünler, ne kadar bölünürlerse bölünsünler, aralarındaki ilişkilerin kopmadan devam etmesini sağlamıştır. Oğuz Türkleri Boy sistemini bozmadan M.S. 1800’lü yıllara kadar devam ettirmişlerdir.

      BOY (KÖK): Soylardan meydana gelmiş; kan bağı akrabalıklarla evlilik bağı akrabalıkların yer aldığı topluluklardır. Dar anlamda Soy Birliği olanlar, kız alıp verdikleri geniş anlamdaki Soy Birliği olanlarla bir araya gelirler ve ortak bir sosyal yaşam belirlerler. Buna Boy Birliği denir. Boyların belli bir adı, damgası ve savaş çığlığı (orun)u vardır. Türkler, devlet kurmadan önceki yıllarda, tıpkı Eski Yunan Medeniyetlerinde ve İlk Çağ Avrupa’sındaki şehir devletleri gibi Boy Birlikleri halinde, konar- göçer olarak yaşarlardı. Bir boy’a ait olmak demek; boyun koyduğu kurallara, örf, adet, gelenek ve göreneklere uymak, dini inanışlara saygı göstermek ve yerine getirmek; boy için savaşa gitmek, kahramanlık yapmak, şehit düşmek demekti. Buna boy yemini denirdi. Bir kişi boy yeminine uymaz, verilen kararları yerine getirmez ve toplulukla uyum sağlamazsa boydan kovulurdu. Bir Türk için, boydan kovulmak en büyük ceza demekti. Boydan kovulanı başka boylar da kabul etmezdi.

   UNAGAN BOY: Zayıf düşen Boy, başka boyların destekçisi olur veya emri altına girerdi. Bu duruma Unagan Boy adı verilirdi. Göktürkler Unagan Boy olarak yaşarken isyan edip, Oğuz Boylarıyla amaç ve güç birliği yaparak devlet kurmuşlardır. Aşağıdaki bölümlerde ayrıtılarıyla okuyacağımız, içlerinde bizim boyumuzun da bulunduğu 24 Oğuz Boyu, kuruldukları tarihten itibaren hiçbir zaman Unagan Boy olmamışlardır. Oğuz Boyları, Türk Devletlerinin kurulmasına karar vermişler ve baş rölü oynamışlardır. Bu kurulan devletler, Türklere yakışan hizmetler vermeyince, yanlarında bulunmaktan vazgeçip yıkılmalarına; uygun gördükleri başka Budunların yanında yer alıp yeni devletler kurulmasına karar vermişlerdir. Osmanlı Devleti yıkılıncaya kadar değişmeyen tarihsel gerçek: Devletlerin kurulmasına ve yıkılmasına Oğuz Boyları karar verir; devletler yıkılır, boylar ayakta kalır.

   OBA: Evli karı koca ile bekâr ve evli çocuklardan oluşan en küçük çadır topluluğudur. Bunlara Büyük Aile adı verilir. On çadırdan, otuz çadıra kadar büyür. Kendilerine ait hayvanları, atları, silâhları ve çadırları vardır. Obanın tüm erkekleri ayni zamanda obanın korumasını ve savunmasını üstlenen askerlerdir. Obanın başında bey olarak bulunan kişinin adı obaya da verilirdi. Kişi öldükten sonra hem bey, hem de oba adı değişirdi. Otlak ve hayvan durumuna, sosyal yaşam ortamına göre, otuz çadırdan sonra bölünerek iki oba haline gelir veya 50 çadır olunca Oymak adını alırlardı.

      OYMAK: Bir boydan gelen 5 veya 10 obanın bir araya gelip kurduğu; 50 çadırdan, 100 çadıra kadar olan topluluklara, bir boyun teşkilâtlanması anlamına gelen Oymak adı verilirdi. Başlarında, Oba Beylerinin kendi aralarından en kahraman kişi olarak seçtikleri Oymak Beyi, Boy Beyi (KAZAN) bulunurdu. Oymaklar, (Boylar) kendilerine bağlı obalarla iletişim içersinde bulunurlar, toplantılarına katılırlar, obaların ortak kararlara uymalarını sağlarlardı. Düşman saldırılarına karşı, oymak ve oba askerleri birlikte savaşırlardı. Oymağın gücünü arkasında hisseden obalar, güven içinde olurlar ve hangi oymağa ve il’e bağlı olduklarını bayraklarıyla belli ederek saldırılara karşı önlem alırlardı. Oymaklar, alt birimleri olan obalardan başka, üst birimleri olan Budun ve İl’lerle de bağlantılıydılar. Her oymak, her aileden yetişen askerler sayesinde, en az 100 atlı ve silâhlı savaşçıdan, çadır sayısına (aile sayasına) göre ortalama 500 atlı ve silahlı savaşçıya sahipti. Oymak Beyi, savaşçılarını haftanın gün sayısına böler, her gün otlakların etrafında atlı olarak dolaşıp güvenliği sağlardı. Bunun sonucunda da emrindeki obalardan koruma vergisi alırdı. İl, Budun ve Oymak koruma ve dayanışması altında bulunan Obalar, ürettikleri ürünler ve besledikleri hayvanlarla severek ödedikleri bu vergilerin yanı sıra, beslemiş ve yetiştirmiş oldukları silâhlı güçleriyle de Oymakların ve Budun’un oluşturduğu ‘Budun Ordusu’na veya ‘ İl (Devlet) Ordusu’na katılırlardı.

    BUDUN: Birkaç boyun bir araya gelip iş ve güç birliği yaptıkları teşkilâtlanmaya BUDUN adı verilirdi. Budun yapısına sahip olmak, önce coğrafi yapıdan çok büyük bir alana, çok geniş otlaklara ve çok büyük güce sahip olmak anlamına gelir; sonra da tüm boylar arasında, Obadan Buduna ve Budundan Obaya kadar ulaşan bir güç ve amaç birliği oluşturulmuş anlamı taşırdı. Budun’un başında, yukarıda belirlenen yöntemlere göre seçilmiş HAKAN bulunurdu. Hakan ve danıştığı Bilge Kurulu, Budun tarafından saptanmış yasalara, kurallara, örf, adet, gelenek ve göreneklere, dini inanışlara, herkesin uymasını sağlamakla görevliydiler. Diğer önemli görevleri de; geldiklerinde sınırlarını belirledikleri YURT’lara, kendileri ayrılıncaya kadar başkalarının girmelerini ve saldırmalarını önlemekti. Ayni vergilendirme sisteminden Budun da büyüklüğüne göre pay alırdı.

     Türk Budun deyiminin anlamı, Türk Ulusu değildir. Türk Budun, yurt edinilen yerlerde ve Orta Asya’da Türkçe konuşan boyların ancak bir bölümüdür. Dokuz Oğuz Budun, Onak Budun gibi ayni soydan gelen ama ayrı yapılanan budunlardır ve bu budunlar, Oğuz Boyları kuruluncaya kadar birbiriyle düşmanlık ilişkileri içersinde de bulunurlar, birbirleriyle savaşırlardı. Göktürk Hakanı Bilge Kağan, dört kez savaştığı Dokuz Oğuz için: “Dokuz Oğuz benim budunum idi (bana bağlıydı, ben yönetiyordum) ” der. Uygur Kağanı, Dokuz Oğuzlarla bir olup Göktürk Devletini yıkmış, yerine Uygur Devletini kurmuştur.   Mete (Oğuz Kağan) bu nedenlerden ötürü Boy Teşkilâtlanmasını kurmuş ve budunlar arasındaki düşmanlığa son vermek istemiştir. Türk Budun, belli bir boylar örgütlenmesine verilen addır. Budunu oluşturan boy ve obaların tümünün ayni soydan gelmesi ve ayni dili konuşması gerekmez. Bozkır siyasal örgütlenmesinde öncelik soy kütüğüne verilmesiyle birlikte, ırk ve dil ayrımı gözetilmez. Ortak yaşam, otlak ve mal edinme, kız alma, karşılıklı çıkar sağlama gibi konular önde tutulurdu. Bunun sonucunda da bir boyun içinde Çinliler, Ruslar, Moğollar ve o soydan gelmeyen ve Türkçe konuşmayan insanlar da yer alırdı. Ne zaman ki Türklerin arasında yer alan bu yabancı ırklar, Türklerin yurtlarını, mal ve mülklerini almak; can ve namuslarına kıymak için davranmaya başladılar; Türkler ancak o zaman Boy Birliğini düşündüler.

        İL (DEVLET): Göçebe Boylar Birliği’nin en üst teşkilâtlanmasına İL denirdi. En az 5 Budun’un ve bunlara bağlı olan Oymaklar (Boylar) ve Obaların bir araya gelmeleriyle oluşturulmuş 10.000 – 20.000 çadırlık, konar-göçer yerleşim birimlerine İL adı verilirdi. Başlarında Oba, Oymak ve Budun Beylerinin kendi aralarından seçtiği, en kahraman ve en akıllı İL BEYİ (KAAN- KAĞAN) bulunurdu. İL BEYİ; emri ve yönetimi altında bulunan bütün birimlerden sorumluydu. Vergilerin en çoğunun toplandığı, davaların sonuca bağlandığı, suçlulara gereken cezaların verildiği makamdı. Yeni otlaklar bulunmasından, gerekirse savaşarak otlak elde edilmesine, can ve malların korunmasından, konulmuş olan yasalara uyulmasına, yasalara uymayanların cezalandırılmasından kahramanlık yapanların ödüllendirilmesine kadar tüm toplum sorunlarını çözerdi. İL Beyi,(KAĞAN) bu sorunların üstesinden gelebilmek için, herkesin saygınlığını kazanmış ve kendisini ‘doğru kararlar vermekle’ kanıtlamış kişilerden oluşan BİLGE KURULU oluştururdu. Bilge kişiler, günün her saatinde toplum arasında bulunur, gözlem yapar, sorunları saptar ve kendi başına çözüm üretebilecekse üretirdi. Kendi başına çözüm üretemediği sorunları BİLGE KURULU’na getirir ve çözüm üretilirdi.   

     YURT: Göçebe yaşamının temelinde yatan amaç; sahip olunan hayvanların, yılın her mevsiminde beslenmelerini, bol ürün vermelerini ve üremelerini sağlamaktır. Orta Asya’nın bozkır ikliminde; ayni yerde kalarak bu olanakları sağlamak imkânsız olduğu için; özellikle dört mevsim ayrı yerlerde, ayrı otlaklara gitmek gerekirdi. Kış mevsimi için yumuşak geçen iklim koşulları göz önönde tutulur ve buralara ‘Kışlak’ adı verilirdi. İlkbaharda bol olan yağışlar nedeniyle bozkırın her tarafı beslenme için elverişliydi. Yazla birlikte yağışlar sona erer, bozkırın otu biter, dağların yaylalarına çıkılırdı. Yüksek dağlardaki yaylalarda kış ve kar erken başladığından, sonbaharda dağ eteklerindeki otlaklardan yararlanılır ve kış mevsiminde, başlangıç yerine ‘Kışlaya’ dönülürdü. İşte tüm bu dört mevsim dolaşılarak hayvanların beslendiği yerlerin tümüne YURT adı verilirdi. Kendi başlarına hareket eden obalar, düzenli yurt edinemezler, güçlüklerle karşılaşırlardı. Birkaç obanın da devamlı yurt edinmesi çok güçtü. Otlak bulmanın yanı sıra, güvenliğin de sağlanması gerekiyordu. Günün her saatinde saldırmak için fırsat kollayan soyguncu ve yağmacıların ilk yaptıkları erkekleri öldürmek, kadınları esir almaktı. Ardından tüm hayvanları ve malları alarak soygunlarına devam ederlerdi. Bu nedenle, Oymak (Boy) teşkilâtı kuramayan obalar yurt edinmeye çıkamazlar, bir mevsim yurt edindikleri yeri diğer mevsim yurt edinemezlerdi. Boy Teşkilâtlanması bu zorunluluktan doğmuştu. Boylar, Budunlar ve İller güçlerine göre; dört mevsimlik yurtlarını edinirler, bu yurtların kendilerine ait olduklarını duyururlar, sınırlarını çizerler, dört mevsim kullandıkları bu alana BUDUN adı verirler ve güvenliklerini de sağlarlardı. Yurtlarına saldıranlarla da sonuna kadar savaşırlardı. O yıllarda insan sayısı az olduğundan ve Orta Asya’da Çin ve Hindistan devletlerinin dışında, sınır bulunmadığından, her kes istediği gibi dolaşarak, hatta Anadolu’ya kadar uzanarak güçlerine göre yurt edinebiliyordu. Tarih, bu dönemlerdeki bu yerlere:”Kimsenin olmayan”, “sahipsiz”, “herkesin yeri” adını vermiştir. Orta Asya herkesindi ama en çok gücü, kuvveti, cesareti ve birlikteliği olanındı.

      Yaşanarak edinilen deneyimlere göre, 7 – 8 kişilik bir ailenin geçimini sağlayabilmek için 40 – 50 koyun gerekliydi. Bu koyunların etinden çok sütünden yararlanılarak beslenilirdi. Sanıldığı veya düşünüldüğü gibi; her gün etle beslenilmez, çok seyrek koyun kesilirdi. Bir aile yılda en çok 15 – 16 koyun kesebilirdi. Çünkü üreme, sahip olunan sürünün ancak üçte biri kadardı. 50 koyun yılda en çok 20 kuzu verirdi. Bunların en çok yarısı yenilir, diğer yarısı da sürüyü çoğaltmak amacıyla beslenirdi. 50 koyun yılda 1.800 – 2.000 litre ( 2 ton) kadar süt ve 500 – 600 kgr. Peynir verirdi. Bu nedenlerle, Türklerde beslenme; etten daha çok, süt, yoğurt, peynir ve darı (mısır) ile sağlanırdı. Bozkırda hayvan çok önemlidir. Arapça mal sözcüğü, bozkırda hayvan olarak kullanılır ve candan önce gelir. Türkler hatır sormaya.” Malın, canın sağ mı?” diye başlarlardı. Ot depolamazlar, kar altından ot toplamaya çalışarak kışları hayvanlarını beslerlerdi. Savaşların çoğu, kışlak ve otlak edinme yüzünden çıkmıştır.

      Her yılın belli aylarında, özellikle de av hayvanlarının üremelerini tamamlayıp en çok sayıya ve avlanacak büyüklüğe ulaştıkları zamanda sürek avı yapılırdı. Kolektif (ortaklaşa) olarak, tüm bağlı yerleşim birimlerinin katıldığı bu avlar, et sağlamanın yanı sıra, birlikte yaşamanın devamı açısından da büyük önem taşırdı. Sürek avları, günler öncesinden plânlanır; yayaların ve atlıların yerleri, avları ürkütüp avcıların üstüna doğru sürenlerin yerleri, vurulanları toplayıp bir araya getirecekler, av hayvanlarını katılanlara taksim edecekler gibi tüm görev bölümü önceden yapılırdı. Sürek avları; en az Oymak düzeyinde olur, eğer Budun ve İl katılırsa 100 bin kişiyi bulurdu. Av sonunda şölen (yemekli eğlence) yapılır, herkes doyasıya et yer ve hakkına düşen payı alıp, tuzlayıp kurutarak saklardı. Hanlar, Hakanlar ve Kağanlar, savaşı sürek avlarında öğrenirler ve yeni savaş plânları geliştirirlerdi. Bu yüzden sürek avları daha bir önem kazanır, bir nevi askeri tatbikat sayılırdı.

      Yerleşim birimlerinin başında bulunan beyler, yılın belli zamanındaki üç gününde, kendi mal varlıklarından ayırdıklarıyla, beyi olduğu insanlara şölen düzenlerdi. Bu şölen toplumsal dayanışmayı ve birbirine güven duymayı pekiştirir, beylerin bireyleri ne kadar korunması altına aldıklarının bir göstergesi sayılırdı. Yeni bey seçilmek isteyenler, bu günkü seçim kampanyalarında olduğu gibi, reklâmını ve propogandasını, daha uzun süren şölenlerle yaparlardı. 

    Savaşlarda, herkes işini, gücünü, yurdunu bırakır, hayvanlarının başında en yaşlıları görevlendirir ve elinde silâhı, bağlı bulunduğu beyin komutanlığında savaşa katılırdı. Savaşı kaybederlerse, zaten başta canları olmak üzere hiçbir varlıkları kalmayacaktı. Savaşı kazanırlarsa, bunun sıkıntı ve acısını da yağma ile çıkaracaklardı. Savaşı yöneten Hakan, duruma göre; zaferle sonuçlanacağı anlaşılan savaş devam ederken veya savaş zaferle sona erdikten sonra yağma yapmaya izin verirdi. Bu bir savaş kuralıydı ve açlıktan kurtulmak, kendisine düşman olanları ortadan kaldırıp daha güçlü olmak için yapılırdı.

     Savaşlarda kullanılan başlıca silâh, ok ve yaydı. Milâttan Sonraki yıllarda yaylar; ağaç, kemik ve sinirden; oklar da genellikle kemikten yapılırdı. Mızrak, kargı, kalkan, topuz, kılıç, bıçak gibi savaş araçları da; önceleri sert ağaç ve taşlardan, sonraları bakır ve tunçtan, demirin bulunmasandan sonra ise, demir ve su verilerek elde edilen çelikten yapılmaya başlanmıştı.

      O yıllarda Türklerde, demircilik, marangozluk gibi tecrübeye dayanan zenaatlar ve toprağı işlemeye yönelik tarım ikinci derecede yapılan işlerdi. Ekmek yerine süte katarak ve sütle birlikte hamur yapıp pişirerek yedikleri mısır, herkes tarafından ihtiyaçları kadar, kışlakların bulunduğu yerlerde yetiştirilir, yurtlara çıkılırken kendi haline bırakılır ve dönülünce hasadı yapılırdı. Konar – göçer oldukları için, bir yerde sebze yetiştirecek kadar kalacaklarsa, deneyimlerine dayanarak, o süre içersinde yetişebilecek sebze ekerlerdi. Hunlar M.Ö. Bin yıllarından itibaren, Yenisey ve Obi nehirleri ile Abu Derya ve Siri Derya (Seyhun ve Ceyhun) nehirleri aralarında bulunan verimli ve sulak topraklarda, (Maveraünnehir’de) sulu tarım yapmışlar ve yarı yarıya yerleşik bir yaşama düzeni kurmuşlardır. 

    ANAYURT: Türkler kışlaklarının bulunduğu, yılın büyük bir bölümünü; kış ve ilkbahar mevsimlerini geçirdikleri yere ANAYURT adını vermişlerdi. Bu gün bile kullandığımız ‘Türklerin Anayurdu Orta Asyadır’ cümlesinde anlatılmak istenen yer, M.Ö. üçbin yıllarından itibaren: Asya Kıtasının orta bölümünde yer alan ve Ural Dağları ile Ural Nehrini ve Hazar Denizinin doğusunu alarak sınır çizen; Kuzeye doğru Sayan Dağları, Baykal Gölü, bu göle dökülen Angara ve Lena ırmakları. Devamında Yablonoy Dağları yer alırdı. Orta bölümde, Hazar Denizinin hemen doğusunda (500 km. kadar uzağında) Aral Gölü ve bu göle dökülen Amu Derya ve Siri Derya (Seyhun ve Ceyhun) nehirleri; Hemen az ötesinde (800 km. kadar uzağında) Balkaş Gölü ve bu göle dökülen İli Nehri, 100 km. kadar güneyinde Isık Gölü ve göle dökülen Çu nehri bulunur; devamlarında da Altay Dağları ile Çin’e kadar uzanan Göbi Çölü yer alırdı. Güneyde ki bölüm; Tanrı Dağları, Karanlık Dağları ve Altın Dağlarıyla devam eder ve yine Çin’e kadar uzanırdı. Bu günkü Türkiyemizin 16 katı büyüklüğünde olan bu geniş alanın, batıda; Hazar Denizi ile Tanrı Dağları arasında kalan bölüme ‘Batı Türkeli’, doğuda kalan diğer bölüme de Doğu Türkeli adı verilmiştir ve bu gün de tüm dünya atlaslarında ayni adla yazılmaktadır. Avrupa’lılar, 1600’lü yıllardan itibaren bu alana TÜRKİSTAN demeye başlamışlar ve daha Osmanlı İmparatorluğu döneminde; Anadolu’ya da TÜRKİYE; burada yaşayanlara da TÜRK adını vermişlerdir. Türkler, yaz ve sonbahar mevsimlerinde ve her mevsim için ayrı ayrı coğrafyalarda edindikleri yerlere de Yurt derlerdi ama bu yurtlar kısa süreli olduğu için ANAYURT olarak anılmazlardı. Bazen Karadeniz kıyıları ve Yeşil Irmak, Çoruh Nehri havzalarında iyi otlaklar bulan boylar, iki, üç yıl kalırlar, Anayurt’la ilişkilerini kesmezler ve sonrasında yine ANAYURT’a dönerlerdi. Bu alan tüm Türk soylarının anayurduydu. Tarih boyunca bu anayurtta, aşağıda öykülerini okuyacağımız, boyumuzun da içlerinde yer aldığı 16 Türk Devleti kurulmuş ve yine Türkler tarafından yıkılmıştı.

    KAAN (KAĞAN): Milâttan Önceki yıllarda; Türk, Moğol ve Çin hükümdarlarına verilen ad (san, unvan).

     HAKAN: Milâttan Sonraki dönemdeki Eski Türklerde, KAĞAN’dan HAKAN türetilmiş ve Türkler ve Moğol Hükümdarları bu unvanı (sanı) kullanmaya başlamışlardır. ‘Büyük Han’ ‘Hanlar Hanı’ anlamını taşır. Orta Asya’da devlet kuran Türk Hükümdarları, Çin’in yönetiminden kurtularak bağımsızlığa kavuşunca; KAĞAN = HAKAN unvanını alırlardı. Hakan, yönetimi altındaki Budun’un (halkın) ATA’sı sayılırdı.    

      HAN: Eski Türklerin devlet teşkilâtında; Hakan’a bağlı, ikinci derecedeki devlet başkanına veya bağımsız budun, oymak gibi yapılanmaların beylerine Han unvanı verilirdi.

        KAZAN: Han’dan küçük beylik başlarına veya Oymak, Oba yöneticilerine de Kazan unvanı verilirdi. Türkler Anadolu’ya gelince bu unvan, BEY olarak kullanılmaya başlanmıştır.

       ATABEK = ATABEY:Hakan’dan sonra gelen ve Hakan tarafından seçilen,’BİLGE DEVLET ADAMI.’ Atabey’ler, geçmişteki atalarından gelen; örf, adet, gelenek, görenek ve dini inançları çok iyi bilen, devlet yönetimini üstlenecek kadar siyasi ve kültürel bilgilere sahip (bu günün tanımıyla alanında Profosör Doktor) olan ve toplum tarafından da böyle itibar gören kişilerdi. Hakan’a danışmanlık, yol göstericilik, öğretmenlik, eğitmenlik yaptığı gibi, devletle ilgili yasaların hazırlanmasından da sorumluydular. Hakan çocuklarının eğitim ve öğretimi, hakanlığa hazırlanmaları görevi Atabeylere verilirdi. Hakan öldüğünde, şehzade devlet yönetemeyecek kadar küçükse, Atabey, naip ( hakan olmuş şehzade vekili) olarak, yaşı yeterli düzeye ulaşıncaya kadar devleti yönetirdi. Salur Boyu, Atabeyleriyle ün kazanmıştı.

       GEZİCİ TÜRKMEN BİLGELERİ, KADILARI VE MOLLALARI: Atalarından gelen tüm kültür ve dini inanışları öğrenmiş, üzerine yeni toplum değerlerini katmış, halk tarafından ‘danışılan, bilgisine başvurulan ve doğru karar vereceğine kuşku duyulmayan’ BİLGE KİŞİLER (bu günün tanımıyla öğretmen, mühendis, doktor, hukukçu gibi konularında uzman olmuş kişiler) bir araya gelerek kurul oluştururlardı. Bu kurullar, konar – göçer yaşamın gereği, gezici olarak görev yaparlardı. Başta toplumsal anlaşmazlıkları gidermek, eğitim vermek, tedavi etmek, dini bilgilerle donatmak, sorunlara çözüm üretmek görevlerini yerine getirirlerdi. Bu görevlerin yanı sıra, yasalara uyulması, vergilerin zamanında ödenmesi, her zaman savaşa hazır bulunulması ve askeri talimlere önem verilmesi gibi konularda toplumu yönlendirirlerdi. Boyumuz olan Salur Boyu bu görevleri yerine getiren bir boydu.

     ER ADI: Her erkek çocuk, bir kahramanlık gösterinceye kadar, babası tarafından verilen göbek adı ile dolaşırdı. Er adını alamayan adsız sayılırdı. Erişkin yaşa ulaştıktan sonra, avda veya savaşta gösterdiği kahramanlığa göre, toplum tarafından Bilge Kişiye gidilerek ad koyması istenirdi. Yapılan bir törenle, delikanlının yaptığı kahramanlığa uygun bir ad konur ve kendisine at verilirdi. Adı ve atı olan; toplumda saygınlık görür ve yükselmesi beklenirdi. Mete, ‘OĞUZHAN’ er adını, BOY TEŞKİLÂTLANMASI ile kazanmıştı. Tıpkı TBMM.si tarafından Mustafa Kemal’e ATATÜRK soyadının verilmesi gibi.

     Kahramanlık ve yiğitlik gösteremeyene er adı verilmezdi. Bu kişiler, göbek adlarını ya da boy adlarını taşırlardı. Daha önceki bölümlerde özünü yazdığımız Dede Korkut Destanı (Hikâyesi), Boğaç Han’da anlatılan, er adı vermekle ilgili gelenek günümüze kadar taşınmıştır.

 

       GÖKTÜRK KİTABELERİ VEYA ORHON (ORHUN) YAZITLARI: Şaman İnanışı gereği, Türkler, ölen er ve yiğit kişilerin mezarlarına, öldürdükleri düşman sayısına göre taş dikerler ve üzerlerine de kahramanlıklarını anlatan deyişler yazarlardı. Bu taşlara BALBAL adını verirlerdi. Bir er kişinin mezarında ne kadar çok BALBAL varsa o kadar çok saygı görmüş olurdu. Er kişilere dikilen BALBAL taşları gibi; Türk Devletlerinin kahramanlıklarını anlatmak için de; daha büyük ve görkemli taşlar hazırlayıp üzerlerine ‘ yaşadıkları tarihlerde geçen olayları’ yazmışlardır. Bu taşlar, Türklerin yaşadığı Orta Asya’nın her yöresinde, hatta Batı Avrupa’ya gelip, Attilâ’nın Batı Hun Devleti’ni kurulduğu coğrafya olan, bu günkü Macaristan’da bile görülmektedir. İlklerine Orhun Nehri kıyısında rastlardığı için ‘Orhun Yazıtları’, daha sonrakilerin Göktürk Devleti’nin kurulduğu alanda bulunduğu için de ‘Göktürk Kitabeleri’ adı verilen bu anıt taşlar; üzerindeki yazıların çözülmesiyle, ‘Türklerin Tarihi’ kendilerine ait belgelerle daha gerçekçi bir biçimde, Tarih sayfalarında yer almaya başlamıştır. Türkler 1050 yıllarında İslâmiyeti kabul ettikten sonra, (Selçuklular döneminden itibaren) ‘Yazıt Taşı’dikmekten vazgeçmişlerdir. Bulunan bütün yazıtlar İslâmiyeti kabul etmelerinden önceye aittir.

        ‘Hamitabat Köyü Tarihçe Öykümüzün’ ,‘İlk ulaşabildiğimiz dedelerimizin, Anadolu’ya göç edinceye kadar yaşadıkları Orta Asya bilgi ve belgeleri’ bu yazıtlardan elde edilen bilgi ve belgeler sayesinde hazırlanmıştır.

        Göktürkler başta olmak üzere, Uygurların ve diğer Türk Devletlerinin; Tarihte yer almış veya yaşamlarıyla, destanlarıyla öne çıkmış Türk Devlet ve Boylarının olaylarını, anıt olacak kadar büyük ve sanat eseri sayılacak kadar biçimli taşlar üzerine yazarak diktikleri ve bu güne kadar kalmasını sağladıkları; yalnız Türklere özgü yazılı tarih belgeleridir.
      Bu yazıtlar ilk defa M.S. 732 yılında Göktürk Hakan’ı Bilge Kaan tarafından dikilmeye başlandı. Yazıtlarda hem geçmişte yaşananlar, hem de halen yaşanmakta olan olaylar, şiirsel bir dille anlatılıyordu. Bilge kişiler tarafından yazıldığı anlaşılan bu yazıtlar; ilk defa 1721 yılında bulunmuş, üzerindeki yazılar 1898 yılında çözülmeye başlanmıştır. Yazıların okunmaya başlanmasıyla, Türklerin Tarihi gün ışığına çıkmaya başlamış ve o yıllara kadar karanlıkta kalan gerçekler öğrenilmeye başlanmıştır. Bu yazıtların çözümlenmesi kolay bir iş olmadığından ve birbirleriyle ilgilendirilip bağlantı kurulması gerektiğinden, araştırma ve çalışmalar günümüzde de devam etmektedir.

       Yazıtlara Orhon (Orhun) adının verilme nedeni; ilk bulunan yazıtların ve çoğunluğunun; Baykal Gölü’ne dökülen Selenga Irmağı’nın bir kolu olan Orhun veya Orhon diye iki şekilde de yazılan nehirin kenarlarına dikilmiş olmalarındandırYazıtlar, çoğunlukla Göktürkçe ve Uygurca harfleriyle (alfabeleriyle) yazılmıştır. Yapılan araştırmalar sonucu Yazıtların; Orhon’dan Tuna’ya (Batı Hunlar’a), Yakutistan’dan Gobi’ye kadar dikildiği görülerek, tüm bu bölgenin Türk Kültürünü meydana getirdiği ve kapsamına aldığı anlaşılmıştır.

        Yazıtlara; (eğer biliniyorsa) bu eseri yazdıran, yazan ve diken ünlü Türk Hakanı veya Bilgesinin adı verilmekte ve: “Kültigin Yazıtı, Bilge Kağan Yazıtı, Tonyukuk Yazıtı” olarak kayıtlara geçilmektedir. (Eğer bilinmiyorsa; bulunduğu yer adıyla adlandırılıp:” Kuzey Moğolistan Yazıtları, Kuli- Çur Yazıtları, Yenisey Havzası Yazıtları, Altay Yöresi Yazıtları, Lena ve Baykal Yöresi Yazıtları, Doğu Türkistan Yazıtları, Orta asya Yazıtları,, Doğu Avrupa Yazıtları” olarak tarihi kayıtlara geçmektedir.

         Orhon Yazıtları’nın; ‘şiir mi?’, yoksa ‘düz yazı mı?’ olduğu bu gün bile tartışma konusudur. Son araştırmalarda ‘şiir biçiminde yazıldığı’ üstünde ısrarla durulmaktadır.

      Bir Yazıtta yer alan “Alp Er Tunga Destanı: “Alp Er Tunga üldi mi? / Issız acun kaldi mi?” ( Alp Er Tunga ölünce, dünya bomboş kaldı.) dize veye sözleriyle başlamakta ve devam etmektedir. Bu anlatım düz yazıdan daha çok şiir’e yatkındır. Yazıtların dili, Eski Oğuzca ve Karluk- Uygur lehçesinin ana çizgilerini taşımaktadır. Bazı bilginler, yazıtların dilini, ‘Kırgızca’ sayma eğilimindedir. Dil ve Dilbilgisi bakımından Yazıtlar,’Oğuzca ürünlerden’ sayılır. Uygurca ile aralarında bazı farklar bulunmaktadır.

           Tarihimize ışık tutan bu Yazıtlar sayesinde, Türklerin Tarihi konularında gerçekçi bilgilere ulaştığımız ve ulaşabildiğimiz gibi, Salur Boyumuz ve Köyümüzün Tarihçe Kökleri hakkındaki bilgilere de bu sayede ulaşabiliyoruz.

  

       TÜRKLERDE, TÜRE = TÖRE = TÖRÜ: Türkler toplu olarak yaşamaya ve toplumsal olaylardan etkilenmeye başlayınca, yaşadıkları toplumun dirlik ve düzenini; ahlâk ve edebini; mal ve can güveliğini sağlamak; uymayanları cezalandırmak ve uyanları ödüllendirmek amacıyla; herkesin uymaları gereken davranış biçimlerini belirlemişlerdir.

          Bu davranış biçimleri, zamanlarının Bilge’leri tarafından hazırlanmış ve yaşam tarzı haline getirilerek kuşaktan kuşağa aktarılmaya başlanmıştır. Bunun yanı sıra yeni durumlara göre, yeni Bilge’lerin eklemeleriyle bu Türeler yıldan yıla çoğalmaya başlamışlardır. Yaşayan Türk toplumları; önceden devraldıklarına; örf, adet, gelenek, görenek adını vererek, kendi yeni yaşam uygulamalarını da katarak, gelecek kuşaklara taşımışlardır. Bunların tümüne Türe (töre) denilmiştir. Türe’ler dini inanışlarla da desteklenerek ve güç alınarak uygulanırdı. Türelere uymayanlar; günümüzde de olduğu gibi; ayıplanır, azarlanır, uymaları için aile, oba, oymak ve boy baskısı uygulanır; bunlara rağmen uymamakta ısrar edenler de boydan kovulurlardı.

           

           DEVLET KURUNCAYA KADAR TÜRKLERİN YAŞAM ÖYKÜSÜ

       Türklerin ortaya çıktıkları yer, tüm dünya tarafından Türklerin Anayurdu olarak kabul edilen Orta Asya’dır. Türklerin yaşadıkları Orta Asya coğrafyası, dağlık ve ormanlık olduğu, tarıma elverişli topraklara uzak olduğu için; Türkler hayvanları evcilleştirip, geçimlerini hayvancılıkla ve hayvan ürünleriyle sağlama yolunu seçmişlerdir. Evcilleştirdikleri hayvanlar arasında atın ayrı bir yeri ve önemi vardır. At, Orta Asya Türkleri tarafından ilk kez evcilleştirilmiş ve dünyaya yayılmıştır. Bu nedenle o zamanlarda, birbiriyle bütünleşmiş olan atsız Türk ve Türksüz at düşünülemez. Türklerde at kutsal sayılır. En yağız atların gökten, denizden, nehirden gelip; sahibi olacak kahramanı bulduğu söylenir. Atlar renklerine göre de anlam taşırlar. Beyaz atlara ancak hakanlar ve izin verdikleri binebilir. Kara atlarla kuzey savaşlarına, kır atlarla doğu, beyaz atlarla güney, al atlarla da batı savaşlarına gidilirdi. Savaşa giden atlar, sahibinden daha fazla süslenir, itibar görür, beslenir ve bu sayede atın sahibini koruması, savaşı kazanması sağlanırdı. Savaş kazanan atlar kahraman ilân edilir ve ayrı bir saygı gösterilirdi. Hepimizin bildiği gibi, Türk Tarihinde önde gelen hakan, kağan, padişah, komutan ve halk kahramanlarının kendileri kadar ün kazanmış atları vardır. Bu kahraman atlar öldüklerinde törenle mezara konur ve yatır gibi mezarları ziyaret edilirdi. Atların eti yenir, sütü içilir ve kımız denilen Türk içkisi yapılırdı. Türk; atının üzerinde gezer, savaşır, yer, içer ve uyur. At, öyle iyi terbiye edilmiştir ki; Türk’ün dilinden anlar, bakışlarından anlam çıkarır, dizginlerine dokunulmaksızın vücudunun bir hareketiyle nereye koşması gerektiğini bilir. Bu gün bile söyleye geldiğimiz “at, avrat, silâh”, “at, sahibine göre kişner”, “at binenin, kılıç kuşananın”, “at ölür meydan kalır, yiğit ölür şan kalır” deyimleri, Orta Asya’dan gelmektedir.

        Türkler; koyun, keçi, kümes hayvanı, sığır ve at beslerler. Bunların hepsinin etinden, sütünden, yumurtasından, tüyünden, yününden, derisinden, kemik ve boynuzlarından yararlanıp yaşamlarını sürdürürler. Eti tuzlayıp kurutarak bozulmadan saklamayı, sütten yoğurt yapmayı ilk kez Türkler bulmuşlardır. Hayvanlar ürün verebilmek için, ot ve su isterler. Türklerin başlıca işleri de bunları sağlamaktır. Orta Asya’da bozkır iklimi hâkimdir. Her yıl ilkbaharda yeşeren ve üç ay boyunca bol otlak bulunan; dağlar, yaylalar, kırlar, bayırlar ve yamaçlar; yaz mevsimi geldiğinde sararıp yok olur. Boz kır iklimi nedeniyle, ot her yerde ve her mevsimde istenildiği gibi bulunmaz. İyi otlak bulmak için; devamlı gezmek, dolaşmak, aramak ve hayvanlarla birlikte olmak gerekir. Bu nedenle; devamlı kalacakları konut yapmazlar, kıldan veya deriden yaptıkları çadırlarda, göçebe (konar – göçer) yaşarlar. Bu durumu gözleyen Çinliler” Nerde ot var, Türkler oraya konar” diyerek, yaşamlarını özetlemişlerdir. Çadırlarını toplama ve kurma konularında çok pratik olan Türkler, otlak biter bitmez, daha önce araştırdıkları otlaklara göçerlerdi. Ülke, devlet ve sınır kavramı yoktu. Her taraf herkesindi. Bu serbestlikten yararlanan Türkler, Orta Asya içinde devamlı dolaşır, hatta tarihçilerin yazdıklarına göre; doğu Karadeniz’in yaylalarına, Yeşil Irmak Havzasına, Muş Ovası’na kadar gelirlerdi. Bu tarihi gerçekten hareketle denilebilir ki; Türkler 1071’den binlerce yıl önce Anadolu’yu yurt edinmişlerdir. Gittikleri yerlerden tekrar geriye dönmeleri yıllar alır; eğer devamlı otlak bulurlarsa, Batı Hunları gibi, yurt edinilip kalınırdı. Anadolu’nun doğusu ve kuzeyi, Orta Asya’ya yakın olduğu için, devamlı yurt edinme yerine, birkaç yılda bir gelip, birkaç yıl kalma ve göçüp, tekrar gelme şeklinde; konar – göçer yaşarlardı. Türkler, daha kolay göç edebilmek için çeşitli arayışlara girmişler; iki atın arasına kurdukları hamaklarla daha fazla yük taşımaya başlamışlar ve ardında da tekerleği bularak, araba yapmışlar; hem kendi işlerini kolaylaştırmışlar, hem de insanlık tarihine tekerleği armağan etmişlerdir. 

     Toplu halde yaşayan insanlarla birlikte, ırk ve renk ayrımı gözetmeksizin yaşamlarını sürdüren Türkler, eş seçerken de soyuna, sopuna bakmaksızın; sosyal yaşamlarında sağlayacağı yararlara ve güzellik, yakışıklılık, güçlülük, kuvvetlilik, kahramanlık gibi kavramlara göre eş seçimlerini yaparlardı. Bunun yanı sıra, otlaklardan yararlanmaya, saldırılara karşı çıkmaya, ürünleri daha iyi işlemeye ve daha iyi fiyatla satmaya varan düşüncelerle, toplu yaşamlarında da her ırktan ve renkten insanlarla iş ve güç birliği yaparlardı. Bazı zamanlarda, Türk’ün en baş düşmanı olan Çinli; en yakın dostu haline gelir; en yakını, hatta oğlu olan Türk, en baş düşmanı olurdu. Kendisine ait koyunu, keçisi veya sığırı olan Türk erkeği, çadır sahibi de olunca evleneceği eşini seçer ve kendi çadırını kurar; ana ve baba çadırından ayrılırdı. Başlarında Oba Başı bulunan ve Oba adı verilen çadır toplulukları; 10 aileden, 40 aileye kadar büyüyebilir; kan ve evlilik bağı akrabaları barındırırdı. 40 çadırdan büyük topluluklara da Oymak adı verilir, başlarında Oymak Başı bulunur, bunlar da 100 çadıra kadar büyüyebilirdi. 100 çadırdan fazla olan topluluklara da İl adı verilir ve başlarında Bey bulunurdu. Her topluluk, kendi otlağını bulur, kendi hayvanını besler ve geçimini sağlamaya çalışırdı. Otlaklar ayni zamanda tükendiği için de göçler hemen hemen ayni anda olur; daha önceden araştırılarak bulunmuş olan otlaklara doğru yola çıkılırdı. Bir topluluk, diğer bir topluluğun, sınırları gelindiği zaman belirlenmiş otlağına giremezdi. Her topluluğun erkekleri, ayni zamanda o topluluğun silâhlı askerleriydi. Vahşi hayvan saldırıları, soyguncular, eşkiyalar ve uzaklardan gelip; at ve hayvanlarını, kız ve kadınlarını almak; kendilerini öldürmek isteyen başka topluluklar başlıca düşmanlarıydı. Her an ve her yerde karşılaşılabilecek bu düşmanlara karşı; her topluluk çok iyi silâhlanmak ve savaşmak zorundaydı. Ok, yay, mızrak ve kılıç Türklerin başlıca silâhlarıydı. Kaba Taş Devrine uzanan mızrak, kargı, ok ve yay kullanma; Türkler tarafından kendilerine özgü bir biçimde yapılmış ve Tarihte Türk markasıyla ( Orta Asya) olarak adlandırılmıştır. Türkler tarafından yapılan yaylar, diğer ırklar tarafından yapılan yaylardan daha kısa ve kirişlerinin çekilmesi daha zordur. Bu özelliklerinden ötürü de okları hem daha uzak mesafeye atar, hem de daha iyi nişan alınmasını sağlardı. Her Türk, kendi yay ve okuyla havada uçan bir kuşu çok rahat vurabilirken; uzun yay kullanan bir Çinli; uçan kuşu değil, kaçan tavşanı vuramaz, oklarını uzak mesafelere atamazdı. Türkler, ilerleyen zamanlarda bu konuda daha usta olmaya başlamışlar ve devlet kurduktan sonra seri üretime geçerek, diğer devletlerden üstün duruma geçmişlerdir. Tunç Devri’nde yapılmaya başlanılan mızrak, kargı, kılıç, kalkan ve zırh gibi savaş araçlarını da Türkler kendi kuvvetlerine ve özelliklerine göre üretmeye başlayarak üstün duruma geçmişlerdir. Ergenekon Destanı’nda anlatıldığı gibi, M.Ö. Bin yüz yılında, Orta Asya’da demiri bulmuşlar ve burada; (Asya’da) Tunç Çağı’nın sona erip, Demir Çağı’nın başlamasını sağlamışlardır. Demirle birlikte silâhların yapımı da değişmiş, gelişmiş ve Türklerin elinde; hem çok güçlü savaş aracı, hem de çok güzel birer sanat eseri olarak yer almaya başlamıştır.

        Orta Asya toplumsal yaşam böyleyken; Çin, Hindistan,İran, Mezopotamya ve Anadolu’da ki sulak ve ovalık alanlarda yaşayan insan toplulukları; tarım toplumu olmuşlar, ırk ve soylarını belirlemişler, kendilerine ait devletler ( Sümer, Elâm, Akat, Hitit, Fenike, Lidya vd.) kurmuşlar, kesin olmasa da kendi devlet sınırlarını belirlemişler, demiri Orta Asya’dan önce bulmuşlar, demir işlemekte oldukça yol almışlar, yünden, pamuktan ve ipekten kumaşlar yapmaya ve giymeye başlamışlardır. Bu uygarlıklarla ilişkiler o zamanlarda, adeta imkânsız olduğundan, birbirlerinden habersiz olarak yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Konar- Göçer olarak Karadeniz kıyılarına gelen Türklerde atı ve tekerleği gören topluluklar, Türklerle alış verişe geçerek; kendilerinde olmayan buluşları satın almaya ve Türklerde olmayan; demir işçiliği, dokuma, kumaş, kap kacak, süs eşyalarını da satmaya başlamışlardır. Çin ve Hindistan toplulukları da tarım toplumu oldukları için, kendi devlet sınırlarını belirleyip ‘burası bizim, başkaları giremez’ uygulamasına geçmişler, ayni alışveriş biçimleri bunlarla da yapılmaya başlanmış; Türklerden aldıkları malları bu ülkelere götürüp satan ve o ülkelerden aldıklarını da Türklere getirip satan bir tüccar sınıfı ortaya çıkmıştır.     

      Tüccarların peşine düşen yağmacılar, talancılar, haydut ve eşkiyalar; Orta Asya’ya hiçbir engelle karşılaşmadan, kendi toprakları gibi, ellerini kollarını sallayarak girmeye; tüccarları soyup öldürdükleri gibi;kendileri için daha büyük av olan ve az sayıda insan yaşayan Türk Obalarına hücum ederek soygunlar yapmaya, erkeklerin tümünü öldürüp kadınları da esir alıp beraberlerinde götürmeye başlamışlardır. M.Ö. Bin yıllarına kadar; Çin ve Hindistan dışında sınır belirleyen olmadığı ve kendileri de sınır belirlemedikleri için; herkese açık olan Orta Asya’nın her tarafında rahat ve tehlikesiz dolaşabilen Türkler; Orta Asya dışından gelen kötü düşünceli bu insanlardan ve düşmanlarla iş birliği yapan kendi içlerindeki kötü düşünce taşıyanlardan dolayı, her an tehlikelerle karşı karşıya kalmaya başlamışlardır. Bu tehlikelerden korunmak için de birlikte yaşama, birlikte korunma ve birlikte savaşma yolunu seçmişlerdir. Obalar Oymaklara, Oymaklar da İllere yakın bulunmaya; tehlike anında birbirlerinin yardımlarına koşmaya başlamışlardır. Zaman içersinde bu dayanışmayı daha da ileriye götürerek, aralarından en çok kahramanlık göstereni Bey (Kazan) olarak seçmişler, her Oymak Başını da yardımcı yapmışlar, Oba Başlarına da Onbaşı unvanı vererek, kendi askerlerini eğitmelerini sağlamışlardır. Her Obanın ve Oymağın kendi askerleri olduğu gibi, İllerin başındaki Hakan’nın emrine de herkes asker vererek, ortak silahlı güç oluşturmaya başlamışlardır. En güçlü konumdaki Hakan, tüm İl, Oymak ve Obaların korunmasından sorumlu olmaya başlamış; “Burası bizim” diyerek sınır koymuş; gücünü korumak ve daha da güçlü olmak için de korumaları altındakilerden, besledikleri hayvanların bir bölümünü kendisine vergi olarak vermelerini istemiş; vermeyenleri de korumaktan vazgeçip, düşman ilân etmiştir. Bu durum karşısında, Türkler ve birlikte yaşadıkları başka ırktan olan insanlar da (Çinliler, Ruslar, İranlılar, Hintler, Afganlar vd.) birbirleriyle düşman haline gelip savaşmaya, malların yağma etmeye ve düşmanların yaptıklarından daha fazlasını birbirlerine yapmaya başlamışlardır. Yüzyıldan fazla bir zaman çok kötü durumlarla ve yok olma tehlikeleriyle karşılaşan Türkler, bu durumlardan kendi kahramanlıkları, iradeleri ve güçleriyle; birlik ve dayanışmayla kurtulmuşlardır. Gelecek kuşakların bu kahramanlıkları öğrenmeleri, ayni tehlikelerle karşılaşmamaları için de yaşadıklarını DESTAN haline getirip, sözlü olarak, kuşaktan kuşağa aktarmışlar ve bizlere kadar ulaşmalarını sağlamışlardır. Türk’lerin olduğu gibi, diğer ulusların da kendi tarihleriyle ilgili destanları vardır. İtalyanların Romulus Destanı; Türklerin Bozkurt Destanıyla benzerlikler taşır. Her iki destanda da dişi bir kurt, ölüme bırakılan çocuklara yavruları gibi bakar ve yaşama tutunmalarını sağlar.

   BİLGİ KAYNAKLARINDAKİ TANIMA GÖRE DESTAN: Efsanelerle değişikliğe uğramış tarihî bir olayın izlerini taşıyan destan; bir milletin (ulusun) hayal gücünü en çok doyurabilecek, en eski edebiyat biçimidir. Hangi edebiyat söz konusu olursa olsun, kendiliğinden doğmuş ilkel halk destanlarının var olabileceğine, bugün artık inanılmaz. İlkçağın en uzak dönemlerinden bize kadar gelen destanlar bile, bir edebiyat çalışmasının ürünüdür. Sözlü bile olsa; bilinçli bir çabanın ve kişisel bir yeteneğin verimidir. Bununla birlikte; destanı her anlatanın kendisinden de bilgi ve düşünceler katarak anlattığı için, destanların kolektif (ortak yapım) bir yanı da vardır. Destan kahramanı, bir çağın ülkü edindiği niteliklerin, özelliklerin ve amaçların temsilcisidir. Tabiatüstü (olağanüstü, insanüstü) özelliklerle yüceltilen bu kahraman, destanın olağanüstü (yapılması mümkün görülmeyen) kaynağı olur. Destanlardaki olağanüstülük, sanıldığı gibi zorunlu bir yapmacık ve süs değil; kolektif bir efsaneye yaşam veren, destansı hayal gücünün özünden doğan bir özelliktir. Bu bakımdan, destan hiçbir zaman edebiyattan eksik olmamış, eski kurallardan sıyrıldıktan sonra; çağdaş edebiyatta da yeni biçimler alarak yaşanmıştır. Bazen ayrı, bazen de birlikte kullanılan EFSANE’ de: ‘Bireysel veya toplumsal olarak yapılan bir kahramanlığı, olması mümkün olmayan olağanüstü olaylarla süsleyerek anlatan sözlü veya yazılı edebiyat biçimi’ olarak tanımlanır. Çoğu yerlerde DESTAN’ la eşanlamlı kullanılmaktadır.

        Türklerin destanları, tarihlerinin hem karanlık ve kötü sayfalarını; hem de bu karanlık ve kötü sayfalardan kurtulup yazdıkları, aydınlık ve parlak sayfaları, kendilerinden sonra gelen kuşaklara aktarmak üzere yakmışlar veya yazmışlardır. Bunların en ünlülerinden Oğuz Destanı, Bozkurt Destanı, Ergenekon Destanı, Göç Destanı, Manas Destanı, Dede Korkut Destanı Tarihçe Öykümüzde yer alacak; okurlarımıza bu destanlarla Plevne Destanı’mızı karşılaştırma olanağı da verilmiş olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Türklerinin yaptığı Kurtuluş Savaşı da, dünyaca ünlü Türk Şairi Nazım Hikmet tarafından destanlaştırılmış ve “KURTULUŞ SAVAŞI DESTANI” adıyla yayınlanmıştır. Bu destanda; Plevne Destanımızda olduğu gibi, olağanüstü olaylar değil; gerçekten yapılan olağanüstü kahramanlıklar, şiir olarak anlatılmaktadır. Tarihçe Öykümüzde; ulusumuzun “KUTSAL İSYANINI”en yalın ve gerçek biçimde anlatan bu destanın “Büyük Taarruz” bölümünden birkaç dizesini anımsatmak gerekir.

 

                     KURTULUŞ SAVAŞI DESTANI / (BÜYÜK TAARRUZ) bölümü

               …………………….. Birdenbire beş adım sağında O’nu gördü.

                                                   Paşalar, O’nun arkasındaydılar.

                                                    O, saati sordu./ Paşalar: Üç dediler.                                         

                                  Sarışın bir kurda benziyordu./ Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.

                                                Yürüdü uçrumun başına kadar; eğildi, durdu.

                                                                    Bıraksalar;

                                                 İnce uzun bacakları üzerinde yaylanarak

                                                 Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak

                                                  Kocatepe’den Afyon Ovası’na atlayacaktı…

 

                   ……………….Alaca karanlıkta bir çınar dibinde,

                                                                             Beygirinin yanında duran

                                                                             Sarkık, siyah bıyıklı süvari

                                                                              Kısa çizmeleriyle atladı atına.

                                                                 Nurettin Eşfak, baktı saatına,/ Beş otuz…

                                                Ve başladı topçu ateşiyle,

                                                 Ve fecirle birlikte Büyük Taarruz…

                                                                   Sonra;

                                                Sonra, düşmanın müstahkem cepheleri düştü.

                                    Bunlar: Karahisar güneyinde 50,

                                                  Ve doğusunda 20-30 kilometredeydiler.

                                               ……………………………………………….

                                   Sonra, 30 Ağustos’ta düşman kuvâyi külliyesi imha ve esir olundu.

                                    Esirler arasında General Trikopis; / Alaturka sopa yemiş bir temiz

                                     Ve sırmaları kopuk firenk uşağı…

                                  ………………………………………………………………………. 

                                   Solda, ilerdeydi Ali Onbaşı, / Kan içindeydi yüzü, gözü.

                                    Bir süvari takımı geçti yanından dörtnala.

                                     Kaçanı kovalamıyordu yalnız / Ulaşmak istiyordu bir yerlere,

                                     Ve sadece kahretmiyor / Yaratıyordu da.

                                      Ve kılıçların,/ Nalların,/ Ellerin/ Ve gözlerin pırıltısı,

                                      Ardarda çakan aydınlık, bir bütündü.

                                       Ali Onbaşı bir şimşek hızıyla düşündü / Ve şu türküyü duydu:

                                                “Dörtnala gelip uzak Asya’dan,

                                                 Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan,

                                                             Bu memleket bizim…

                                                  Bilekler kan içinde,/ Dişler kenetli,/ Ayaklar çıplak

                                                  Ve ipek bir halıya benzeyen toprak,/ Bu cehennem,

                                                              Bu cennet bizim…

                                                   Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,

                                                   Yokedin insanın insana kulluğunu,

                                                                 Bu davet bizim…   

                                                     Yaşamak, bir ağaç gibi tek ve hür,

                                                      Ve bir orman gibi kardeşçesine,

                                                                   Bu hasret bizim…

                                                 …………………………………………………….

                                                                                                             Nazım Hikmet                                         

               

         (YAZARIN NOTU: 1.- Aşağıdaki destanlar, orijinallerinden (asıllarından) özetlenerek yazılmıştır. Tüm ayrıntılarıyla okumak isteyenler, bilgi kaynaklarından asıllarına ulaşabilirler.

        2.- Destanları yakan veya yazan Türk Toplumlarının veya Devletlerinin tarihte yer alan yaşamları;’ okul tarih kitaplarında’ anlatıldığı gibi, yönetici (hakan, padişah vb.) merkezli değil;’ uygarlık tarihi kitaplarında’ yer alan, ‘insanlar ve insanların toplumsal yaşamı’ merkezli bir yaklaşımla ve gerçeklere bağlı kalınarak öyküleştirilip anlatılmaya çalışılmıştır.                                        

      3.- Köyümüzü kuran Birinci Kuşak Atalarımızın yaşadığı ve yazdığı Plevne Destanımızı da; Türklerin Tarihinde yer alan destanlarla karşılaştırma olanağı sağlanmaya çalışılmıştır.)                                           

                               SAKA TÜRKLERİNE AİT İKİ DESTAN

     SAKA TÜRKLERİ: (İSKİTLER) Milâttan Önce 250 yıllarında, Siri Derya (seyhun) Nehiri kıyılarında, henüz oba kurma aşamasına gelmiş insanlar yaşamaktadır. Bunların çoğu Türk olmakla birlikte, hayvan besleme, otlak bulma, saldırılara karşı korunma ve evlenme gibi temel yaşam koşullarını karşılayabilmek için; Çinli, Hintli, İranlı, Moğol, Tatar gibi, Orta Asya’da o yıllarda yaşayan insanlarla ayni obayı paylaşıp, az sayıda insanlardan oluşan ortak bir konar – göçer yaşamı sürdürmektedirler. Soyguncular ve düşmanların devamlı saldırıları yüzünden, yok olup gitme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Bir obanın başında bulunan Saka Kazan (Saka Obasının Beyi), gösterdiği kahramanlık ve ön sezgilerinin kuvvetiyle, saldıranları durdurmaya hatta yenmeye başlar. Bu durum diğer obaların da dikkatini çeker ve birleşme isteğinde bulunurlar. Saka Kazan, obaları birleştirerek Boy haline getirir ve iyi bir yönetimle Budun haline gelir. Artık çevresinde bulunan insan topluluklarının korku, saygı ve kıskanarak baktıkları, yurt edinmiş bir Türk Boyudur. Nüfuslarının azlığından ötürü, devlet kurma gücüne ulaşamamışlar ama yurt kurup budun haline gelmişlerdir. Saka Kazan’ın Alp Er Tunga isimli bir oğlu vardır. Yakaladığı bir ayıyı, kollarıyla başının üzerine kaldıran ve kayalara fırlatıp parça parça eden bir güce ve kuvvete sahip olan Alp Er Tunga, kahramanlığı ve savaşçılığı ile destan kahramanı gibi görülüp anlatılmaya başlanmıştır. Saldıran veya savaşılan düşmanın çokluğuna bakmadan, az sayıdaki askerleriyle hücuma geçen Alp Er Tunga, düşmanları darmadağın edip, saldırdıklarına pişman etmektedir. Babası Saka Kazan, oğlu ile övünür ve çok çektikleri İranlıların üzerine gidip yenmesini isteyerek, Kazan’lığı O’na devreder. Alp Er Tunga, çok askeri olan İran ordusunu, az askeriyle bozguna uğratır. Askerleri zamansız olarak yağmaya başlayınca; İran Ordusu toplanıp tekrar saldırır ve Alp Er Tunga zor duruma düşer. Askerini tekrar düzene sokup saldırmak için geri çekilmeye karar verir. Seyhun Nehrini yüzerek geçmeye çalışırken, İranlı askerler tarafında yakalanır ve öldürülür. Bu destan kahramanının zamansız ölümü, tüm Budunu yasa boğar. Herkes acı ve üzüntüsünü günlerce ağıt yakarak dillendirmeye çalışır. Alp Er Tunga, bir Çinli kız ile evlenmiş ve Şu adında bir oğlu olmuştur. Babasının ölümüyle Şu Kazan (Saka Türklerinin Beyi) olur. Düşman saldırıları tekrar ve dah sık olmaya başlar. Bu saldırılardan kurtulmak, yaşam haklarını korumak, başka bir yerde yurt edinmek için, yurtlarından ayrılıp, Buhara kentine girerler ve istilâ ederler. Yerleşik yaşamı bilmedikleri ve uyum sağlayamadıkları; konar- göçer yaşadıkları için geri dönerler. Büyük İskender’in ordularından korunmak için İndus Nehri kıyılarına kadar geri çekilip, tekrar saldırarak yurtlarını korumaya çalışmışlar, Milâttan Sonra 100 yıllarında Budunları dağılmış, başka boyların emri altına girmişlerdir. Saka Türkleri; Alp Er Tunga’ nın kahramanlığı ve karşılaştıkları tehlikelerin içinden kurtulmalarıyla ilgili iki destan bırakmıştır. Göktürk Kitabelerinde (Orhun Yazıtlarında) da yer alan iki destandan da Saka Türklerinin tarihçelerini öğrenmek mümkündür.

                                                    ALP ER TUNGA DESTANI

        DESTANA KONU OLAN TARİHİ OLAY: Boy ve Budun aşamasında olan, henüz İl (devlet) kuracak kadar çoğalamamış ve güçlenememiş olan Saka Türkleri’nin başına; çok güçlü ve kahraman olan Alp Er Tunga geçer. Herkes kendisinden büyük kahramanlıklar beklerken, talihsiz bir şekilde Alp Er Tunga’yı kaybederler…

                                                              *     *     *     *     * 

         Turan (Saka – İskit) Kazan’ı Alp Er Tunga; çok kahraman, güçlü, iri ve kuvvetlidir. Babasının sözü üzerine İran üzerine yürür. Karşısına çıkan oduyu yener ve İran Şahı’nı esir alır ve götürür. Zaloğlu Rüstem, şahı kurtarmak için ordularıyla Alp Er Tunga’nın peşine düşer. İki ordu uzun süre savaşırlar. Alp Er Tunga yakalanacağını anlayınca, suya atlayıp yüzerek kaçmak ister. İranlı askerler O’nu yakalayıp öldürürler. Saka Türkleri, ulusal kahramanlarının ölümüne çok üzülürler, yaşamında gösterdiği kahramanlıkları anlatan ve ölümünden duydukları üzüntüleri dile getiren Alp Er Tunga Destanı’nı söylerler.

                                                          ŞU DESTANI

    DESTANA KONU OLAN TARİHİ OLAY: Büyük İskender, Avrupa’nın en güçlü ordusuyla tarihi Asya seferine çıkmıştır. Kahramanlıklarını duyduğu ve güçlü ordularının bulunduğu söylenen Türkleri bulmak ve savaşarak yenip “dünyanın en güçlüsü benim” demek istemektedir. Asya’ya geldiğinde de ilk karşılaştıkları Saka Türkleri olur.

                                                  *     *     *     *     *

         Büyük İskender’in ordusu, fethetmek üzere Orta Asya’ya gelir. Saka Kazan’ı Şu’ ya haber verip savaşa hazırlanmaları için boylarına emir vermesini isterler. Ulusal kahraman olarak çok sevilen ve güvenilen Kazan Şu; umursamaz, zevk ve sefa süren bir konumda görülür. Herkes buna çok kızar ve üzülür. Oysaki Kazan Şu, adamlarını çaşıt (casus) olarak İskender’in ordusuna gizlice göndermiş ve buna göre plânlar yapmaya başlamıştır. Sırrının bilinmemesi için de bu düşüncesini hiç kimseye söylemez ve yanlış anlaşılmış olur. Kazan Şu; gönderdiği çaşıtlar (casuslar) aracılığı ile İskender’in üzerlerine geldiğini öğrenince, Saka Türklerini toplayıp, atlardan da yararlanarak, plânı gereği çabucak kaçar. Bu kaçışa, Kazan Şu’nun plânından haberleri olmadığı için; kaçmayı Türklüklerine, geleneklerine ve türelerine (herkesin tartışmasız uyması gereken ulus yasaları) yediremeyen 22 aile katılmaz ve kalırlar. Kalanlarların arasında Salur ve Kınık Boyları da vardır. Bunların arasına, kaçarken yoldan dönen iki aile daha katılır ve 24 aile olurlar. Tarihçiler, Şu Destanı’nda geçen bu 24 ailenin; 24 Oğuz Boyu’nu oluşturmuş olabileceğini yazarlar. 24 aile: “ Biz Türküz. Kaçmak bize yakışmaz. İskender gelirse gelsin, niyeti iyi ise; konuk gibi karşılarız. Niyeti kötüyse, ölümüne savaşırız. İskender’in yurdu var. Bizim yurdumuzu yurt edinmek amacı olamaz. İskender hep burada kalacak değil ya, geldiği gibi gider; gitmezse biz göndeririz. Bizim yurdumuz yine bize kalır” diye düşünürler ve savaşa hazır beklerler.

      İskender odularıyla birlikte gelir, koca ordusunun karşısına çıkan 24 ailelik topluğu görür. Ordularını saldırıya geçirmez. Duruşlarına, vaziyet alışlarına ve korkusuz tavırlarına bakıp:” Bunlar methini işittiğim ve yiğitliklerini dinlediğim Türklere çok benziyorlar. Her yendiğim ordu komutanı bana:’Herkesi yenebilirsin ama Türkleri yenemezsin’ demişlerdi. Ben, Türkleri bulup yenmek için Asya Seferine çıktım, ama böyle az sayıdaki Türkleri yenmek bana yakışmaz. Ordularını bulup yenmeliyiz. Bunları bırakın ve ordularını arayın” komutunu verir.

      Kazan Şu, çok iyi bildiği Uygur içlerine çekilir ve iz bırakarak İskerder’i peşinden sürükleyerek hazırladığı tuzaklara düşürür. Bazen Kazan Şu, bazen de İskender üstünlük sağlar. Oldukça uzun süren savaşlar yaparlar. İskender savaşı kazanamayacağını anlayınca barış yapar ve ülkesine geri döner. Orta Asya yine Türklere kalır. Kazan Şu, zekâsı ve savaş oyunlarıyla kendisinden çok güçlü olan bir orduya yenilmemiş ve geri dönmelerini sağlamış bir kahraman olarak, 24 ailenin bulunduğu yere geri döner. Kendilerine saygı gösterir ve kaçma nedenlerini anlatarak gönüllerini alır, kendilerine TÜRKMEN adını verir. Buradaki Türkleri bir bayrak altında toplar ve çok güçlü obalar, oymaklar ve iller kurar.

       Burada yaşayan Saka Türkleri de ŞU DESTANI’nı dillendirip söylerler ve Türk Tarihine armağan ederler…               

          (Yazarın Notu: Tarihsel akışa göre bu araya tarihte ilk kurulan “Hun Devleti ve Oğuz Kağan Destanı”nın yazılması gerekirdi. Çünkü Boylar, Hun Devlet Hakan’ı Mete (Oğuz) tarafından gerçek anlam ve uygulamasına kavuşmuştur. Bizim SALUR BOYU’nun da yer aldığı bu bölüm, Tarihçe Öykümüzü, boyumuzla kaynaştırmak ve okurlara daha anlamlı aktarmak amacıyla sonraya alınmıştır.)          

    

                                GÖKTÜRKLER VE GÖKTÜRK DESTANLARI

      GÖKTÜRKLER veya KÖKTÜRKLER: M.S.552 – 745 yılları arasında, Altay Dağları yanlarında, Ötügen denilen yerde kurulmuş, isminde ‘TÜRK’ adını taşıyan İlk Türk Devletidir. Düşman saldırılarıyla çok kötü yıllar yaşayan, yok edilmekle karşı karşıya kalan Türk Boyları, bu zor yıllardan ‘kendilerine güven duyma ve birlik olma’ ilkelerine vararak ve uygulayarak kurtulacakları bilincine ulaştılar. Bu yıllarda, Bumin adında bir Boy Hanı çok büyük kahramanlıklar göstermeye, saldıran düşmanları yenmeye, yeni yurtlar ve otlaklar edinip korumaya ve boy halkını güven içersinde mutlu yaşatmaya başlamıştı. Bu durum, diğer boyların da dikkatini çekti ve Bumin’den ayni uygulamayı kendileri için de yapmasını istediler. Bumin, kurduğu askeri güç ve yönetim sistemiyle, çevresinde yer alan 10 Oğuz Boyu’nun da güvenlik ve mutluluğunu sağladı. Ötügen’de bulunan tüm Türklerin takdir ve sevgisini kazandı. Ulusal kahraman oldu. Bumin Han, halen kendisinin yanında yer almamış olan 14 Oğuz Boyuna giderek : “Birlikten güç doğduğunu, güçlerin birleşmesiyle düşman saldırılarının durduğunu, güven ve mutluluğun geldiğini, bunu tüm Türklerin de yaşaması için, Budun olmaktan çıkıp İl (Devlet) olmak gerektiğini, Türkleri bir bayrak altında toplayıp, sınırlarını kendilerinin belirleyeceği bir Türk Devleti kurma zamanının geldiğini, bunun için de 24 Oğuz Boyu’nun yanında olması gerektiğini” anlattı. Daha önce Bumin Han’a katılan 10 Oğuz Boyunun yanına 14 Oğuz Boyu daha katıldı. Oğuz Boylarını yanına alarak büyük bir ulusal güce ulaşan Bumin Han, Budun olmaktan İL (Devlet) olmaya adım atmış ve GÖKTÜRK DEVLETİ’ni kurmuştur. Artık Hakan (Kağan) unvanı alan Bumin, daha soylu bir davranışta bulunmuş; o yıllara kadar; kardeşin kardeşle değil, babanın oğulla düşman olduğu ve birbirini öldürdüğü bir dönemi sona erdirerek; kardeşi İstemi’yi kendisiyle ayni yetkilerle donatarak ‘İstemi Kağan’ yaptı. Bilge Kurulu’na çok önem verdi ve Bilge Kişileri devlet yönetiminde en önemli yerlere getirdi. Halkının karnını doyurduğu gibi, kültür ve sanat alanlarında da atılımlar yaparak kafalarının da doymasını sağladı. Bundan sonra Göktürk Devlet başkanı olarak, ‘Bumin ve İstemi Kağan’ olarak söylenmeye başlandı. Çok kısa zamanda yalnız Orta Asya değil; Çin, Hindistan ve İran dışında kalan tüm Asya kıtası Türklerin eline geçti. İlerleyen yıllarda daha görkemli günlere ulaşması düşünülen Göktürk Devleti, Oğuz’un başlattığı ve yasa haline getirip uygulamaya koyduğu ‘BOY YASALARI’nı delmeye başlayınca, işler tersine dönmeye başladı. Bumin Kağan; siyaset gereği, Çin prensesi ile evlendi ve Çin danışmanlara devlet yönetiminde yer verdi. Bu durum Oğuz Boylarını tedirgin etse de; Bumin ve Kardeşi İstemi Kağan’ın gösterdiği kahramanlıklar ve başarılar nedeniyle desteklerine devam ettiler. Sınırlarını çok genişleten, Çin’e akınlar düzenleyip vergiye bağlayan, Orta Asya’da büyük askeri ve siyasi güç kazanan Göktürkler, Çin ipek ve ticaret yolunu ellerine geçirdiler. O yıllara kadar yalnız Seyhun ve Ceyhun ırmaklarının olduğu bölümde Türklerin yaşadığı, Batı Türkistan’ın bütünüyle Türkleşmesini (Türkmenleşmesini) sağladılar. Bu arada; devlet yönetimine ve vatandaşlığına başta Çinler olmak üzere her ırktan ve ulustan insanların alınmasına devam ettikleri için; iç ve dış güvenlikte sorunlar yaşamaya başladılar. Bumin ve İstemi Kağan’nın sağlığında bunların üstesinden gelmeyi başardılar.’Göktürkçe’ adıyla ortak bir dil geliştirip kullanmaya başladılar. Bununla da kalmayıp tarihte ilk kez; 38 harften oluşan “Göktürk Alfabesi’ni kullanarak, yazılı belgeler tutmaya başldılar. Doğu Türkistan’da Baykal Gölü’ne dökülen Selenga Irmağının bir kolu olan ORHUN NEHRİ kenarına diktikleri taşlar üzerine ‘Göktürk Yazıtları’ veya ‘Uygur Yazıtları’ veya ‘Orhun Kitabeleri’ adıyla tarihte yer alan, ilk Türk yazılı belgelerini bıraktılar. Bu yazıtların okunmasıyla da Türklerin Tarihi büyük bir aydınlığa kavuştu.

        Göktürk Devleti, Bumin ve İstemi Kağan’ın ölümünden sonra, yerine geçen hakanların Çinlilerle yakın ilişkiler kurması, Çin kızlarıyla evlenmeyi alışkanlık haline getirmesi, Türklerden daha çok yabancılara yöneticilik vermesi sonucu; yavaş yavaş gücünden ve birlikteliğinden kaybetmeye başladı. Bu durumun Boy Yasalarına bağlı kalmamaktan ortaya çıktığını savunan Oğuz Boyları, desteklerini çekmeye başladı. Göktürk Kağanları, hem kendilerinden desteklerini çeken Oğuz Boyları, hem de dış düşmanlarla uzun yıllar savaşmak zorunda kaldılar. Sonunda Doğu ve Batı diye ikiye ayrıldılar ve birbiriyle savaştılar. Doğu Göktürk, Çinle birleşme yolunu seçti ve boylar kendisini terk ettiği için yok oldu. Doğu Göktürk Devleti de Oğuz Boylarının Uygur Türklerini desteklemesiyle yıkıldı ve yerine Uygur Devleti kuruldu.

       Şimdi, Göktürklerin yaşadıkları dönem içersindeki geçirdikleri zor yıllardan nasıl kurtulduklarını anlatan ve GÖKTÜRK KİTABELERİ ile bizlere kadar ulaşan destanlarına geçelim:

                                        ERGENEKON DESTANI

      DESTANA KONU OLAN TARİHİ OLAY: Göktürk Kağanı kendisine ve ordusuna çok güvenir. Önüne geleni yener. Devlet yönetimine Türklerden daha çok Çinli getirir. Çinlilerin kendilerine kötülük edeceklerine ve düşmanlarla birlik olacaklarına inanmaz. Kendisinden başka Türk Boyu tanımaz. Ordusuna güvenir, ulusuna güvenmez bir Kağan olarak adı geçmeye başlar. Güvendiği ordusu, kazandığı savaşı bırakıp disiplini kaybedince ve yağmaya dalınca; Çinli komutanlar da düşmanla birlik olunca, destanda yaşananlar olur…

                                                        *     *     *     *     *

         Göktürkler, çok kahraman, cesur, korkusuz ve savaşçıydılar. Türk Boylarına önderlik ederek, yeni yurtlar edinmelerini, mallarını çoğaltmalarını, güven ve mutluluk içinde yaşamalarını sağladılar. Nüfusça çoğalıp tüm düşmanlarına korku salmaya başladılar. Doğu Türkistanda kendilerinden güçlü hiçbir boy bırakmadılar. Altay Dağlarının eteklerinden başlayıp, burada bulunan göl ve nehirlerin suladığı; bol yağmurların yağdığı ve üç mevsim verimli otlakların, sebze ve meyvelerin yetiştiği yere ÖTÜGEN adını verdiler. Bunun dışında kalan Hazar Denizi’ne doğru yeni yurtlar edinmeye; burasını da Türkeli yapmaya karar verip ordu hazırladılar. Ötügen dışında herkes, Göktürkleri çekemediğinden ve kıskandığından kendilerine düşman olmuştu. Düşmanlar Göktürklerin Ötügen’den ordularıyla çıktığını öğrenince, birleşip saldırdılar. Göktürler İl Han yönetimindeki ordularıyla düşmanları yendiler. Kendilerine çok güvendiklerinden, Göktürk askerleri yağmaya başladılar. Düşmanlar bu fırsattan yararlanıp toplanarak tekrar saldırdılar ve İl Han’ın ordularını yendiler. Herkesi esir alıp götürdüler. Ötügen’e de girip yağmaladılar. Bir daha üremesinler, çoğalıp yurt edinmesinler diye tüm erkekleri öldürüp kadınları esir ettiler. Göktürklerin bütün mallarını ellerinden aldılar. Ötügen’i ellerine geçirip kendilerine yurt yaptılar.

      İl Han’ın oğlu Kıyan ile yeğeni Tokuz, eşleriyle birlikte ormanın derinliklerine gizlenerek öldürülmekten kurtuldular. Gizlice gözleyip olanları gördüler ve izlerini kaybetmek için sarp dağlara doğru kaçmalarına devam ettiler. Bu zamana kadar hiç kimsenin bilmediği ve gitmeye cesaret edemediği, yüksek dağlara tırmanıp, bu dağların arasında yer alan bir vadi buldular. Burası da Ötügen gibi; bol yağış alan, üç mevsim yemyeşil olan, yüklü meyve ağaçlarıyla kaplı, ormanları av hayvanlarıyla dolu, ağaçların dallarında bülbüller öten, tanıdıkları hayvanları evcilleşmeyi bekleyen, bu zamana kadar yedikleri sebzelerin bolluğundan geçilmeyen ve başkaları tarafından da hiç bilinmeyen bir yerdi. Kendilerini burada kimse bulamazdı. Buraya yerleştiler ve ergen, yetişkin, doğurmaya hazır, anaç, verimli anlamına gelen ERGENEKON adını verdiler. ( Ergenekon, ERGEN ve KON sözcüklerinin birleşmesinden oluşan bileşik bir sözcüktür. ERGEN, bu gün de kullandığımız gibi,’Ergenliğe ulaşmış, verimli duruma gelmiş, doğurma ve doğurtma yaşına gelmiş insanlar için kullanılır’ KON ise; ‘yerleş, yurt edin, burada konakla, burada kal’ anlamını taşır. ERGENEKON bileşik sözcüğünün anlamı da: “ Bu verimli yere yerleş” demektir. Ergene Nehri’nin anlamı da ‘kon’ sözcüğü hariç aynidir.) Düşman saldırılarıdan uzak, 400 yıl burada yaşayıp çoğaldılar. Obalar, Oymaklar, Boylar kurdular. Hayvan besleyip toprağı işlediler ve çoğaldılar. Artık Ergenekon’a sığamayacak kadar çoktular. İlk gelen ataları öldüğü ve kendilerine söylemediği için çıkış yolunu bulamadılar. Aralarından biri, demirden bir dağ olduğunu keşfetti. Demirdağın demirine 70 kat kömür, 70 kat odun yığıp, 700 körükle ateşe verdiler ve demir dağı erittiler. Başlarında bulunan ve adının anlamı Moğol Türkçesinde ‘BOZKURT’ olan Börtücene: ”Bu gün, önemli bir gün. Bu günü hiç unutmayalım. Demir Dağı erittik, dünyaya açıldık. Bu demiri dövelim ve silâh yapalım. Bize düşman olanlarla savaşalım. Eski yurtlarımızı tekrar alalım” söylevinde bulundu. Örste demir dövüp silâh yaptılar ve açılan gedikten çıkıp, kurt başlı bayraklarıyla, eski yurtlarına geldiler. Karşılarına çıkan düşmanları yenip Ötügen’i tekrar aldılar. Ordular kurup saldıran düşmanların tümünü yendiler. Önce Budun, sonra da İl kurdular. Türkler arasında soy birliğini sağladılar. Bu destanı da bizlere ÖĞÜT olsun diye bıraktılar.

                                                 

                     İKİ AYRI SÖYLENCELİ (ANLATIMLI) BOZKURT DESTANI

                     BİRİNCİ SÖYLENCE OLARAK BOZKURT DESTANI

          DESTANA KONU OLAN TARİHİ OLAY: Bu destan; önce Hun’lara, sonra da Göktürklere bağlı, Türk Boyu Aşinelerin tarihini anlatır. Aşineler, çevrelerinde yer alan; Türk olsun, olmasın bütün Oba ve Oymaklarla iyi geçinirler, kimseyi düşman bilmezler ve kimsenin de kendilerine düşmanlık edeceğini akıllarına getirmezlerdi. Yüzlerine gülen ve iyi komşu olduklarını söyleyenlerden, bir gün en büyük kötülüğü görürler.

                                              *     *     *     *     *    

     Batı denizi kıyılarında, güzel otlakları, verimli toprakları kendilerine yurt edinmiş; bol et ve süt veren hayvanlar yetiştirerek mutluluklara ermiş, AŞİNE (ASENA) adlı bir Türk Boyu yaşıyordu.( Adı geçen batı denizinin Hazar Denizi ve yerin de Ural Dağları etekleri olduğu anlaşılmaktadır) Aşineler çok yiğit ve konukseverdi. Kendi yurtlarını korumaktan ve mallarını üretip satmaktan başka bir düşünceleri yoktu. Komşularıyla hep iyi geçinmek isterlerdi. Ama komşuları Aşinelerin bol otlu otlaklarını ve bol et ve süt veren besili hayvanlarını gördükçe, kıskançlıklarından düşmanlık beslerlerdi. Bu verimli ve güzel yurtlarını ellerinden almak isteyen birçok düşmanları vardı. Kendi başlarına Aşineleri yenemeyeceklerini anlayan düşmanlar birleşerek, bir gece ansızın saldırdılar. İyilikseverlik, konukseverlik ve barışseverlikleri yüzünden, böyle bir saldırı beklemeyen Aşineler hazırlıksız yakalandılar. Düşmanlar Aşinelerin hepsini acımasızca öldürdüler. Yurtlarına, mallarına ve kadınlarına el koydular.’ Tek Aşineli erkek kalmasın, bir daha çoğalmasın ve bizlerden intikam almasın’ diyerek köşe bucak aradılar. Öldürmedik hiçbir erkek bırakmadılar. Bir erkek çocuğun ellerini ve ayaklarını keserek ‘öldü’ diye kamışlı bir bataklığa attılar. Aşinelerden kalan, gözkoydukları yurda yerleşip, besili hayvanlarına ve kadınlarına sahip oldular.

      Yavrularına av aramaya gelen bir dişi kurt,(ASENA) bataklığa atılan ve gözyaşı döküp ağlayan çocuğu dişleriyle incitmeden taşıyarak, bir mağradaki inine getirdi. Yavrularının arasına kattı. Yaralarını diliyle yalayarak iyileştirdi. Önce sütüyle besledi. Sonra da yavrularıyla bir tutup; hem korudu, hem de avlanmayı öğretti. Yavrularıyla kardeş etti. Erişkin yaşa gelen delikanlı, dişi kurtla evlendi. Düşmanlar, kurt ile çocuğu gördüler ve öldürmek için peşlerine düştüler. Dişi Kurt, durumu anladı. Kurt, yavrularını düşmanların üzerine salarak, delikanlıyı Altay Dağlarının tepelerinde, kimsenin bilmediği bir yerdeki ayrı bir mağaraya götürdü. Türkler bu mağraya ‘Budun İnli’ (milleti koruyan tanrı) adını verdiler. On çocukları oldu. Bu çocuklar da birbirleriyle evlenerek çoğaldılar. Bu on kardeşin her biri bir boy oldu. Kardeşlerden Aşine, en cesur, korkusuz ve kahraman olandı. Bütün Boyları birlik olmaya çağırdı. Bu kahramanın isteğine herkes uydu. Aşine (Asena) boyların başına Hakan oldu. Kurt Başlı bir bayrak yaptı. Dağlardan ovalara inip; bol otlaklı ve verimli topraklı yurtlar edindi. Bütün düşmanları yendi. Bütün Türk Boylarını bu bayrak altında toplayıp İl (Devlet) kurdu. Bu destanı da bizlere ÖĞÜT olarak bıraktı.   

                          İKİNCİ SÖYLENCE OLARAK BOZKURT DESTANI

                     (Çin kaynaklarından edinilen bilgilere ve söylencelere göre)

           Göktürklerin ilk Hakanı olan ASENA veya AŞİNE, bir dişi bozkurttan türemişti. Olağanüstü bir gücü olan bu hakan, yağmurlara ve rüzgârlara hükmederdi. Bu hakanın adına Çinliler Ka-Pan- Pu diyorlardı. Hakanın 16 kardeşi vardı. Bu kardeşlerin birinin (ASENA) nın annesi kurttu. Rüzgâra ve yağmura sözü geçtiği için, ülkesine bolluk ve bereket getiriyor, halkını mutlu yaşatıyordu. Düşmanlar bu verimli topraklara göz koydular. Birleşip silâhlandılar ve Göktürklere saldırdılar. 15 kardeşi ve Asena sonuna kadar savaştılar ama çok olan dış düşmanları ve düşmanlarla işbirliği yapan, aralarında bulunan iç düşmanları yenemediler. Savaşta 15 kardeş öldü. Bir tek anası kurt olan yaralı Asena kaldı. Kurtların arasına gitti. Kurtlar O’nu korudular ve yaralarını iyileştirdiler. Yaz Tanrısı ve Kış Tanrısı kızlarını göndererek evlenmesini istediler. Geri dönüp ordusunu kurdu ve kurt başlı bayrağı ile düşmanlarını yendi. Tekrar Hakan oldu. Asena’nın iki karısından ikişer çocuğu oldu. Asena’nın ölümünden sonra bu kardeşlerin en büyüğü Hakan oldu. Türk adını aldı. Bu hakanın da 10 kadını oldu. Asena adını BOZKURT BAŞLI bayrakalarında, kızlarına verdikleri adlarda ve gönüllerinde yaşatarak bizlere kadar ulaştırdılar…

                                           

                                              UYGURLAR VE UYGUR DESTANLARI

                  UYGURLAR: Uygur Türklerinin tarihi, Milâttan Önceki çağlara kadar gitmektedir. Türk Boyları olarak önce Hun’ların, sonra da Göktürk’lerin yanlarında yer alan ve Baykal Gölü’nün güneyindeki Orhun, Selenga ve Tala ırmaklarının bulunduğu yerleri yurt edinen‘ugan boy’ Uygurlar, adlarında da geçtiği gibi uygar, çağdaş, ileri görüşlü, bilgiye ve sanata önem veren, keşif, icat ve yeni buluşlara imzalarını atan bir Türk Boyuydu. Çok kalabalık değillerdi ama çok disiplinli ve cesurdular. Göçlerde ve savaşlarda ilk defa yüksek tekerlekli arabayı onlar kullandılar. Ata binmede ve ok atmada çok ustaydılar. Yaşamlarının çoğunu akın yapmakla, düşmanlara saldırmakla ve avlanmakla geçirirlerdi. Yurtlarının iklim ve arazi bakımından uygun şartları yoktu. Bölge tarım ve hayvancılığa elverişli değildi. Bu nedenle ancak, nehir kıyılarına ve vadilere yerleşebildiler ve yeni yurtlar edinip en çok konar – göçer olarak yaşayan boy oldular. Göktürkler, Baykal Gölü’nün güneyindeki bozkırların yönetimini, ugan boy olan Uygurlara bıraktılır.

        Göktürk Devletinin boy yasalarına uymaması sonucunda zayıflaması ve Oğuz Boylarının desteğini çekmesiyle zayıflaması üzerine; ugan boy Uygurlar, Oğuz Boylarının desteğini alarak Göktürk Devletini yıktı ve yerine Uygur Devletini kurdu. M.S. 745 yılında kurulan Uygur Devleti’nin başında Kutlug Bilge Kül Kağan vardı. Ölümünden sonra oğulları başa geçerek M.S. 1209 yılına kadar yaşadılar ve Moğollar tarafından yıkıldılar. Uygur Devleti yıkılınca Oğuz Boyları tekrar bağımsız olarak kendi özlerine döndüler ve desteklerini vermek için boylardan yetişecek yeni bir Türk kahramanını beklemeye başladılar.

      Uygurlar, kendi devletlerine ait bir Türkçe ve Uygur Alfabesi geliştirdiler. Bu alfabeyle, Göktürkler zamanında başlayan Orhun Kitabelerini, taşların üzerine yazmaya ve anıt gibi uygun yerlere dikmeye devam ettiler. Çinden kâğıt ve matbaayı aldılar. Baskı sanatında hareketli harfleri ilk olarak kullandılar. Kaşgarlı Mahmut gibi bilim adamı yetiştirdiler.

       Uygurlar; bilime, ilime, sanata ve güzel giyinip güzel yaşamaya özen gösteren, o yılların en medeni (çağdaş) Türk Boyuydu. Doğu Türkistandaki Kara Balgasun, Beş Balıg, Karaşar, Kara Hoço, Turfan, Kaşgar gibi birçok şehri geliştirerek yerleşik hayata geçtiler. Bunun sonucunda, hayvancılığın yanı sıra tarımı da geliştirdiler. Açılan kanallarla sulamaya önem verdiler. Büyük tarla ve bahçeler meydana getirdiler. Çok güzel atlar ve çok besili koyunlar yetiştirerek komşularına satıp ticareti geliştirdiler. Kavun, karpuz gibi meyveleri; bezelye, bakla gibi sebzeleri ilk defa üretip Çin’e sattılar ve tanıttılar.

        Bu zamanlarda Uygurlar arasında Mani ve Buda dinlerine ilgi artmaya başladı. Kağanlar daha çok Mani dinini benimserken, halkın da Buda dinine yöneldiği görüldü. Bu iki din de Uygurların; sosyal, ekonomik ve kültürel yaşayışlarında önemli değişiklikler meydana getirdi; fakat ulusal benliklerini bozmadı.

        Uygurlar; kürk ve süslü şapkalar giymeyi severlerdi. Ülkenin samur kürkleri, beyaz keçeleri ve Turfan’da dokunan çiçekli kumaşları ünlüydü. Uygurlar; ipekli kumaşlarda da Çinlilerle yarışacak duruma geldiler. Madencilikte de ileri olan Uygurlar; demir ve çelik üretiminde, silâh yapımında ün kazandılar. Nişadır üreterek Çin’e sattılar. Çinliler nişadıra ‘Uygur tuzu’ adını verdiler. Maden kömürü kullanmasını bilen Uygurlar; boraks ve bakır oksit gibi madenleri de işlettiler. Şehir surları yapma konusunda da nitelikli ustalar yetiştirip, kendi kentlerinin surlarını (kale duvarlarını) yapmalarının yanı sıra; komşu dost ülkelerin de şehir surlarını yaptılar.

        Uygurlar; 24 Oğuz Boyu ile iyi ilişkiler kurdular. Ama Çin ve İran kültürünün etkileri altında kalmaya başladılar. Bu uygarlıklara kendi özelliklerini de kattılar. Maniciliğe ve Budacılığa ait birçok dini eseri Uygurcaya çevirdiler. Birçok bilim ve edebiyat adamı yetiştirdiler. Uygurların bu değişim ve gelişimleri, Oğuz Boylarının desteklerini çekmelerine ve çekemeyen düşmanların saldırılarına neden oldu ve beklenen yıkılma geldi.

           Uygurlar; başta Orhun Yazıtları olmak üzere, bıraktıkları yazılı belgelerle; edebiyet, felsefe ve dine ait birçok eserlerle, Kaşgarlı Mahmut’un ‘Divan-ı Lügat-ı Türk’ (Türkçe konuşmanın ve yazmanın kuralları) kitabıyla ve destanlarıyla, tarihte hak ettiği yeri almış ve günümüze kadar ulaşmıştır.          

 

                          TÜREYİŞ (MEYDANA GELİŞ, ÇOĞALIŞ, VAR OLUŞ) DESTANI

             DESTANA KONU OLAN TARİHİ OLAY: Uygur Boylarından birnin beyi olan Kutlug Bilge Han, kahramanlıklarıyla öne çıkmaya başlamıştı. Boyları bir araya getirip Budun kurması ve İl (Devlet) olması için; Oğuz Boylarının desteğini alması gerekirdi. Uygurlar, Beyleri Kutlug Bilge Kül Kağan’ın; doğumunu yaşamını ve yaptıklarını; olağanüstü olaylarla süsleyerek ve övgülerle anlatarak Oğuz Boylarına kabul ettirdiler. Desteklerini alarak Göktürk Devletini yıktılar ve Uygur Devletini kurdular.

                                                     *     *     *     *     *

               Uygurların yurdunda, Selenga ve Togla nehirlerinin yanında iki kutsal dağ vardı. Karakurum Sıra dağlarının arasında yer alan bu dağlardan, daha yükseğinin adı “GÖKRUHLARIN DAĞI”, Diğerinin ise, “KUTLUG (Şans, bereket, mutluluk, kutluluk getiren) DAĞ”dı. Selenga ve Togla nehirleri bu dağlardan çıkar ve dağların eteklerinde birleşerek verimli bir ovayı sularlardı. İki nehrin birleştiği yerde iki görkemli ağaç yer alırdı. Bu ağaçlara önemli günlerde, hıdırellez günlerinde mendiller, renkli kurdelalar, çaputlar bağlanır ve dilekler dilenirdi. Bir gün bu iki ağacın arasına, gökten bir ışık inerek iki ağacı da nur içinde bıraktı. Tüm Uygurlar, gözleri kamaşarak ışığa baktılar. Arka tarafta bulunan iki dağın da yükseldiğini gördüler. Beş gün boyunca inen ışıkla birlikte; hem dağlar büyüyor, hem de ışığın etrafında otuz defa da şimşek çakıyordu, uzaklardan çok güzel ve çok hoş bir müzik sesi duyuluyordu. Beş günden sonra, bu iki kutsal ağacın altına kurulmuş beş çadır gördüler ve meraklarını yenemeyip içlerine girdiler. Çadırların tabanları gümüşlerle kaplıydı. Uzaktan gelen müzik, çadırların içinden geliyordu. Her çadırda, altından yapılmış beşikler içerisine yatırılmış ve çok güzel kundaklanmış beş çocuk vardı. Her çocuğun beşiği başına da onları doyuracak kadar süt dolu emzikler asılmıştı. Uygurlar; bu beş çocuğu kutsal saydılar, saygılar sundular ve besleyip büyüttüler. En iyi bilgelerin eğitmenliğine ve öğretmenliğine verdiler. Çocuklar delikanlılık yaşlarına gelince :”Bizim anamız ve babamız kim?” diye sordular. Kendilerine kutsal ağaçlar gösterildi. Gidip ağaçların önünde eğildiler ve saygı gösterdiler. Kutlug Dağ’dan gelen ses üzerine 5 kardeş dağa çıkıp; beş gün beş gece dönmediler. Kutlug Dağ’dan Gökruhların Dağı’na seslenerek tanrılarla konuştular. Dönüşlerinde, beraberlerinde altınlarla, gümüşlerle (demir, bakır, kurşun madenleriyle) gelerek, boylarını zengin ettiler. En bilgili, en güçlü ve kahraman kardeş; kutsal dağın adını aldı ve Kutlug Bilge Kağan olup başa geçti. Bütün boyları bir edip birleşti. Düşmanlarını (Göktürkleri) yenerek devletini kurdu. Dört kardeşini ordularla donatarak dört yöne gönderdi. Kağanlığını kabul edenleri birliğine kattı. Kabul etmeyenleri yurdundan attı. Uygur Devleti’nin sınırlarını, tüm Türkleri doyuracak kadar genişlettikten sonra barış ilân etti. Tüm komşularıyla iyi ilişkiler kurdu ve Uygur Devletiyle birleşip bütünleşen Türkleri mutlu yaşattı. Kutlug Bilge Kağan uçmağa varırken (ölürken): “Türeyiş Destanımızı unutmayın; gücünüzü, birliğinizi ve dirliğinizi bozmayın” sözlerini söyledi…

 

                                                      GÖÇ DESTANI

     DESTANA KONU OLAN TARİHİ OLAY: Kutlug Bilge Kağan ve kardeşlerinin ölümünden sonra devletin başına geçen Kağanlar, bolluk ve bereket içinde, dağlardan çıkardıkları madenleri satarak, ticaret ve sulu tarım yaparak, hayvanlarını besleyerek, yarı göçer; yarı yerleşik düzende mutlu yaşıyorlardı. O yıllarda tüm dünyada olduğu gibi, Orta Asyada da iklim değişiklikleri olmaya başladı ve 7 yıl süren “kuraklık ve kıtlık yılları” baş gösterdi. Herkes açlıktan ve susuzluktan ölmeye başladı. Uygurlar göç etmek zorunda kaldılar. Uygur Türklerinin büyük bir bölümü ve Türk Boyları bu kuraklığın ve kıtlığın nedenini; “ Boy Birliğini, töreleri bozan; Çinli prensesle evlenip, karısının yakınlarını devletin başına yönetici yapan ve başka dinlere geçen Uygur Kağanları ve yöneticilerinde” gördüler ve GÖÇ DESTANI’nı yaktılar, yazdılar…

                                                             *     *     *     *     *

        Uygur Devletinin hükümdarı Tigin Kağan, Çin prensesiyle evlenmişti. Ardından gelen Çinlilerin hepsi de devletin en önemli görevlerine getirildiler. Çinli elçilerin ardı arkası kesilmiyor, her gelen Uygur’dan bir şeyler alıp götürüyordu. Tigin Kağan’ın; karısını çok sevdiği için ses çıkarmadığını sezen Çin Heyeti: “Türkleri nasıl zayıflatıp yenerek yok edebiliriz?” diye düşündüler ve : ” Uygurların Kutlug Dağı var. Bütün zenginlikleri, mutlulukları ve güçleri bu dağdan geliyor. Biz bu dağı alırsak, Türkleri de yenmiş, yok etmiş oluruz” sonucuna vardılar. Bir gün Tigin Kağan’ın karşısına çıkarak: ”Siz eniştemiz oldunuz. Çinli bir prensesimizle evlendiniz. Artık akraba sayılıyoruz. Bu nedenle sizden bazı yardımlar istiyoruz” dediler. Tigin Kağan, yanında yer alan karısının elini tutarak:“Önce sizlerin değerli prensesi; şimdi de benim Sevgili Kadın Kağan’ımın verdiği mutluluk bize yeter. Sizin de mutlu olmak hakkınızdır. Siz isteyin, biz yerine getirelim”dedi. Çin Heyeti: “ Kutlug Dağınızdan çıkan ‘iyi talih taşları’ yurdunuzun her tarafında kullanılıyor ve sizleri zengin ediyor. Bu taşlardan dağda çok var. İzin verin, bu taşlardan biz de yurdumuza götürelim; biz de zengin ve mutlu olalım” dediler. Tigin Kağan, taşların götürülmesine izin verdi. Taşlar çok büyüktü ve Çin’e götürmenin olanağı yoktu. Bunun üzerine Çinliler, taşlara ateş verip çok ısıttılar ve üzerlerine sirke döküp hepsini küçük parçalara böldüler. Sonra da Kutlug Dağı’nın tüm ‘iyi talih taşlarını’ (madenlerini) alıp Çin’e götürdüler.

      Bu taşların götürülmesinden az bir zaman sonra; kuşlarla hayvanlar tuhaf tuhaf sesler çıkarmaya, bağırmaya başladılar. Tigin Kağan, bilinmeyen bir nedenle yatağa düştü ve 15 gün içersinde öldü. Görkemli Gökruhların Dağı ve Kutlug Dağı küçülmeye başladı. Billur gibi sularıyla besledikleri Selenga ve Togla nehirleri akmaz oldu. Yaylalarında otlar, ağaçlar, sebze ve meyveler bitmez oldu. Sonbahar, kış ve ilkbahar boyunca devamlı; yaz mevsiminde aralıklı yağan ve bereket getiren yağmurlar üç mevsim yağmaz oldu. Bolluk içinde olan yurt, yokluk içinde kaldı. Devletin ve memeleketin başına her türlü kötülükler gelmeye başladı. Halkın rahatı ve huzuru kaçtı. O günden sonra rahat bir gün görmedi. Tigin Kağan’dan sonra gelen kağanlar, arka arkaya ölmeye başladılar. Havada uçan kuşlar “göç, göç” diye uçmaya; çayırda ot bulamayan koyun ve keçiler “göç, göç” diye melemeye;İçmeye su, yemeye ot bulamayan atlar “göç, göç” diye kişnemeye; sığır ve boğalar “göç, göç” diye böğürmeye; horozlar “göç, göç” diye ötmeye, kediler “göç, göç” diye miyavlamaya ve köpekler de “göç, göç” diye havlamaya başladılar. Uygurlar, uçan kuşların ardından gitmek isteyen hayvanlarını zor zaptettiler. Hemen çadırlarını toplayıp arabalarına yüklediler. Hayvanlarını koşup, başlarını serbest bıraktılar. Hayvanlar içgüdüleriyle “göç, göç” diye uçan kuşların peşinden, kendi başlarına gitmeye başladılar. Aylarca gittikten sonra, kuşların konduğu sulak bir alana, verimli toprakları olan bir ovaya, geniş çayırları olan bir yaylaya vardılar ve burasını yurt edinmeye karar verdiler…

      Uygurlar bu göçten sonra bir daha iyi gün yüzü görmediler. Başka boyların emri altına girdiler, yaşadıkları acıları destan yapıp bizlere ders almamız için bıraktılar ve tarihin sayfaları arasına gömüldüler…     

  

                                       KIRGIZ TÜRKLERİ VE MANAS DESTANI

           M.Ö. 201 yıllarından itibaren tarih sayfalarında yer alan Türk Boylarından biridir. Yenisey Irmağının yukarı bölümlerinde yurt kuran ugan boy Kırgızlar; önceleri Dinlin’lerle, sonraları Hunlar ve Çinlilerle karışık bir hayat sürdüler. M.S. 100 yıllarında Hun Birliğine katıldılar ve Orta Asya’nın Tien-Şan Bölgesine yerleştiler.

          Hun Kağanı Mete’nin (Oğuz’un) getirdiği Boy Birliği yasalarına uymadılar. Çin, İran, Sogd, Doğu Türkistan topluluklarıyla kız alıp vererek akrabalık ilişkileri kurmalarının yanı sıra; ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkilere de girdiler.

          Hun İmparatorluğunun yıkılışı üzerine, ayrılarak kendi başlarına ‘Hakas Devleti’ adıyla büyük bir devlet kurdular. Sonra da zayıflayıp yıkılma noktasına gelince; M.S.700 yılında Göktürk Devleti’ne bağlandılar. Bu tarihten itibaren de Türk Boyları arasında süregelen iç savaşlara katıldılar. Kuruldukları tarihten, sona erdikleri tarihe kadar Oğuz Boyları; istedikleri boyu destekleyerek devlet kurdurmuş; istemediklerinden desteğini çekerek yıkılmalarına neden olmuştu. Kırgızlar da bu davranışın dışında kalmadılar. Göktürk Yazıtlarında da yer alarak, iç savaş başlatanların arasında yer aldılar. Ugan Boy Kırgızlar, M.S.800 yılında Uygurlarla birleşerek Göktürk Devletini yıktılar. Yüz yıl sonra da Uygur Devletini yıkıp yönetimi ellerine geçirdiler. Bu yönetimleri ancak yüz yıl sürdü ve M.S. Bin yıllarında Karahıtaylar tarafından işgal edildiler. Sonra da Karahanlı Devletinin yönetimi altına girdiler ve İslâmlığı kabul ettiler. M.S. 1300 yıllarında, Timur Lenk’in kurduğu Moğol Timur İmparatorluğu zamanında, işgal edildiler ve çok sıkıntı çektiler. Moğol Ordusunun en kahraman askerleri olma unvanını kazandılar. 1606 yılından, 1642 yılına kadar Rus istilâsına karşı amansızca savaştılar ve komşu Türk Boylarıyla birlik kurmaya çalıştılar. 1860 – 1881 yılları arasında da tamamen Rusya’nın yönetimi altına girdiler. 1936 yılında da Rusya’ya (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetine) bağlı Kırgızistan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetini kurdular. 1991 yılında Sovyetler Birliği sona erince, bağımsız Kırgız Cumhuriyeti’ni kurdular.

      Tip yapıları bakımından, Kazaklarla Kırgızlar arasında herhangi bir fark yoktur. Aralarına Kalmuk Türkleri de karışmıştır. Çin ve bazı Arap kaynakları; sırf dış görünüşe dayanarak Kırgızları; tipçe “sarı saçlı ve mavi gözlü” insanlar grubundan saymaktadırlar.

 

                        KIRGIZ TÜRKLERİNİN MANAS DESTANI

        DESTANA KONU OLAN TARİHİ OLAY: Kırgız Türklerinin Manas Destanı; yazılmış ve söylenmiş olan Türk Destanlarının arasında en uzun ve en ünlü olanıdır. Tamamı şiir olarak yazılmıştır. Kopuz (Orta Asya Türklerine özgü, üç telli saz) eşliğinde, ozanlar ve âşıklar tarafından; ağıt olarak, türkü olarak ve şiir olarak da söylenir. Manas Destanı; tarihte var oluşlarından bu yana, Kırgız tarihini anlatır. Manas Destanı; anlamca birbinine bağlı, iki dizeden (sıradan) oluşmuş Yaklaşık olarak 16 bin beyit uzunluğundadır. Destan, Kırgızların aşamalardan geçerek bütünlük kazandığını anlatan üç bölümden oluşmaktadır.

                              MANAS DESTANI, BİRİNCİ BÖLÜM – KURULUŞ-

             Kırgız Hanı Karahan ölünce; Kırgızlar, Kalmukların boyunduruğu altına girerler. Bağımsızlık kazanmak isteyen Kırgızlar savaşa hazırlanırlar. Karahan’ın oğullarından Cakıp, Altaylar’a göç eder. Kırgız bağımsızlığını sağlayacak çalışmalara başlar. Bir gece, Kırgızları kurtaracak kahramanın ‘yeni doğacak oğlu’ olacağını rüyasında görür. Bir süre sonra doğan oğluna MANAS adını verir. Çocuğun bir takım olağanüstü özellikler taşıdığı görülür. Manas’ın çevresinde birleşip bütünleşen halk, silahlı güç oluşturup Kalmuklara karşı başarılı saldırılar düzenlerler. Altaylar’da yaşayan Kırgızlar, Manas’ın bu olağanüstü kahramanlıklarını öğrenirler ve O’na katılırlar. MANAS, Kırgız bağımsızlık savaşının önderi olur. Yapılan büyük bir savaşta MANAS ölür. Halk aylarca yas tutar, gözyaşı döker, ağıtlar yakar ve destanlar yazar. Bağımsızlık savaşlarını sürdürmek için de Manas’ın kardeşi Semetey’i Kağanlığa seçerler…

                         MANAS DESTANI, İKİNCİ BÖLÜM- ÇOĞALIŞ-

       Semetey Han, Kırgızların çoğalıp güçlenmesini ve güçlü bir orduyla, düşmanlarını yenip bağımsızlıklarını kazanmasını ister. Semetey Han, Afgan Kralı’nın kızı Ayçürek’i sever. Kalmuklar, kızı Semetey’e varması için kandırmaya çalışırlar. Kral, kızını vermek istemez; bu yüzden kanlı çarpışmalar olur. Semetey, çoğalan ve güçlenen ordusuyla savaşta üstün gelir. Ayçürek ile evlenir. Kırgızların kendilerine olan güvenleri artmıştır. Artık bağımsızlıkları için gereken savaşa hazır olduklarına inanmış bir ulus olarak destanlar yakıp söylemeye başlarlar. 

                       MANAS DESTANI, ÜÇÜNCÜ BÖLÜM – KURTULUŞ-         

          Semetey Han’ın ölümünden sonra, her ulus ve boyda olduğu gibi, kimin kağan olacağı konusunda anlaşamayan aile ve kardeş kavgaları başlar. Düşmanlarla savaşıp bağımsızlıklarını kazanacakları yerde; birbirleriyle savaşıp güç kaybetmeye başlarlar. Kırgızlar bu duruma çok üzülürler ve bilgeleri gönderip kardeşleri birliğe davet ederler. Bütün bu girişimler sonuç vermez. Herkesin ümidini kestiği bir anda; Manas’ın torunu Seytek Han, birçok kahramanlıklar göstererek, birlikteliği sağlar ve Kırgız Hanı olur. Bütün ülke buna çok sevinir ve ayni amaç doğrultusunda kenetlenir. Yapılan başarılı savaşlar sonunda Kırgızlar bağımsızlıklarını kazanır. Bu başarılarını da destanlaştırırlar ve MANAS DESTANI adı altında üç bölümlük bu tarihsel olayı bizlere armağan ederler…     

             

             “HUN DESTANI” VEYA “OĞUZ KAĞAN DESTANI” YA DA” OĞUZNAME”                          

( DESTANA KONU OLAN TARİHİ OLAY: Tarihçilere göre bu destan, M.Ö. 209 yılında tahta geçen, Hun Hakanı Mete’nin yaşamından izler taşımakta ve gerçekten yaşadıklarını, insanüstü olaylarla süsleyerek anlatmaktadır. Bu tarih ve destan, ayni zamanda bizim boyumuzun da tarihi ve destanıdır. Bu nedenle: Tarih Baba’nın gerçeklerine bağlı kalarak ve destanların özü olan; yazanın da kendine özgü eklemelerini yaparak, tarihte kurulmuş ilk Türk Devleti olarak yer alan ‘Büyük Hun İmparatorluğu’nun tarihçesi ile ‘Oğuz Kaan Destanı’ kaynaştırılıp harman edilerek öyküleştirilmiştir.)

    TARİH BABA DİYOR Kİ: Türkleri, düşman saldırılarından, eşkiyalardan, soygunculardan, entrikacılardan ve içlerindeki düşmanlardan korumak üzere TEOMAN adında bir kahraman çıktı. Önce Obaları, sonra Oymakları, sonra da Budunları, Boyları dolaşıp: “Birlikten güç doğar. Sadağımdaki (Ok torbası)ndaki okları birer birer alıp dizinize vurursanız kolayca kırarsınız. Ama okları bir araya getirip bağlarsanız; on kişi de olsanız kıramazsınız” diyerek, birlik olmanın getireceği yararları anlattı. Teoman devam etti:” Bizler, oba, oymak, boy, budun olarak konar- göçer yaşıyoruz. Otlaklarlarımız, hayvanlarımız ve çıkarlarımız için; Türkler, Moğollar, Çinliler, İranlılar, Kırgızlar, Tatarlar, Ruslar, Hintliler bu yerleşim yerlerinde beraber yaşıyoruz. Daha da fazlası birbirimize kız alıp veriyoruz. Amacımız; malımızı, canımızı, otlaklarımızı düşman saldırılarından korumak ve karınlarımızı doyurup mutlu yaşamak. Kış mevsiminde burada, bir aradayız. Birbirimizden haberimiz oluyor, akrabalarımızın, komşularımızın yardımlarına gidebiliyoruz. Diğer mevsimlerde birbirimizden ayrılıp farklı yurtlara gidiyoruz. Bunu kollayan düşmanlar da bizlere saldırıp; hem malımızı, hem kadınlarımızı, hem de canlarımızı alıyor. Sağ kalanlar da yas tutarak, acılarıyla dövünerek, bağırlarına taş basarak, yeni baştan hane, oba, oymak kurmaya, mal edinmeye başlıyor. Ta ki ikinci bir düşman saldırısına kadar.”Teoman, sözlerinin daha iyi anlaşılması için düşünce payı bıraktı ve sustu.

    Yıl, M.Ö.220 yılıydı. Daha iyi bir anlatımla; içinde bulunduğumuz 2009 yılından tam 2 bin iki yüz 29 yıl önce. O tarihlerde, Orta Asya’da yaşayan insanların dışında, Avrupa, Afrika ve Asya kıtalarında yaşayan; Roma, Kartaca, Bizans, Yunan, Hitit, Asur, Akat, Fenike, Mısır gibi ülkeler, ayni soydan gelen insanların kurduğu ve sınırlarını çizdiği devletlerde; çoğunlukla tarım ve yanı sıra hayvancılık, ticaret ve zenaaat yaparak yaşıyorlar, topraklarına; kurdukları ordularla sahip çıkıyorlardı. Asya Kıtasında bulunan Japon, Çin, Hint, Afgan ve İran’da soy birliğine dayanan devletler kurmuşlardı. Orta Asya’da yaşayan ve en çoğu Türk olan karışık soydaki insanlar da; soy, ırk, vatan, sınır tanımadan, herkes istediği yere; gücünün yettiği, bileğinin büktüğü, kılıcının kestiği, oklarının ulaştığı kadar gidebiliyor veya gidebilemiyordu. Her yer herkesindi. Kısaca ‘orman kanunu’ geçerliydi. Orta Asya’da buna ‘Bozkır Yasası’ deniyordu. Gücü yeten, en üstün olurdu. Bu gün en güçlü olan, yarın yerlerde sürünürdü. İşte, Teoman’nın babası Karahan; bu gerçeği görmüş, kendisi boy ve budun birliğine kadar ulaşmış ama İl (Devlet) kuramadan(‘Buraları bizimdir’deyip, sınırları çezemeden) ölmüştü. Bu görevi, çok iyi yetiştirdiği oğlu Teoman’a:   “Ben Budun Birliğini kurdum. Sen de İl (Devlet) Birliğini sağla ve Hun Devletini kur,(Sınırlarını ordunla çiz ve “Buraları bizimdir’ de) yanıma öyle gel” vasiyetiyle devretmişti.

          Bu vasiyete uyan ve gereğini yapmaya çıkan Teoman, yaptığı konuşmanın gerekli etkiyi bıraktığı sonucuna vardıktan sonra devam etti: “Hepimiz birlik olacağız, Kendi devletimizi kuracağız. Kendi yasalarımızı yapacağız, kendi törelerimize uyacağız. Kendi vatanımızın sınırlarını çizeceğiz. Kendi ordumuzu kuracağız. Kendi kendimizi yöneteceğiz. Bize uymayanları ve saldıran düşmanları ezeceğiz. Birbirine bağlanmış onlarca oklar gibi, en güçlü biz olacağız. Bu düşünceme katılanlar bizimle olsun. Katılmayanlar da düşmanımız olsun. Tanrı bizleri korusun.”

            Teoman’ı dinleyen bütün beyler, bu doğru düşüncelere hak verdiler. Teoman’ı Yabgu (Kağan) seçtiler ve etrafında birleşerek Hun Devleti’ni kurdular. Başlangıçta her şey yolunda gidiyordu. Hun Devleti’nin gücünü, büyüklüğünü ve ordularının kahramanlığını duyan, başta Çin olmak üzere diğer devletler, barış yapmak istediler. Hun Devleti vatandaşı olan diğer boy, soy ve ırktan olan insanlar da; bu zamana kadar yaşayamadıkları güvencelere kavuşunca, Hun Devleti’nin ve Teoman Yabgu’nun en büyük destekçisi oldular, orduda görev alıp canlarını vermekten çekinmediler. Kısaca; soy, ırk ve boy ayrımına bakmayan veya bu bilinçte olmayan insanlar; mal ve can güvenlikleri için Hun Devleti’ni kurdular ve yaşaması için desteklediler…

           Teoman Yabgu, Çin’deki kargaşalıklardan yararlanarak, ordusunun başına geçti ve bazı Çin bölgelerini ele geçirdi. Çin İmparatoru, tehlikeyi durdurmak için Çin Prensesini, evlenmesi için Teoman’na gönderdi. Bu davranış Teoman’ın gururunu okşadı. Türklerde o zamanlar Yabgu’nun eşlerine Başkadın unvanı veriliyordu. Teoman’ın Başkadın’ı vardı. Çok güzel olan Çin Prensesini görünce, ilk karısından Başkadınlığı alıp ikinci karısı olan Çin Prensesine verdi. Türklerde Başkadın olmanın büyük yetkileri vardı. Yabgu gibi davranır ve kararlar verebilirdi. Zaten Çinlilerin de prensesi Teoman’a vermelerinin amacı buydu. Prenseslerinin Teoman’dan bir oğlu olursa, Teoman ölünce Yabgu olacak ve Hun tehlikesi sona erecekti. Bunun yanı sıra, prensesleriyle birlikte gidecek olan elçiler ve Çinliler de Hun Devlet yönetiminde görev alarak, Türkleri içten çökertecekler, Türk soyundan olmayanları kışkırtıp yanlarına çekecekler ve daha çabuk yıkılmalarını sağlayacaklardı. Tüm bu gizli ve kötü düşüncelerin farkında olmayan Teoman Yabgu, kurduğu Hun Devleti’nin büyüklüğü ve gücüyle övünüyor, mutlu bir yaşam sürüyor, tehlikelerin farkına varamıyordu…  

                         

     OĞUZ KAĞAN DESTANI SÖYLÜYOR Kİ: Mete’nin (Oğuz’un) babası, bütün Hunların Yabgu’su (Hakanı) Teoman’ın ilk karısı Ay Hatun, hamile kaldı. Hamileliği diğer kadınlardan farklıydı. Gökten, gölden ve ormandan gelen seslerle karnı hareket ediyordu. Bu işaretler; Şaman Dinine inanan Türkler tarafından; Gök Tanrı, Deniz Tanrı ve Yer Tanrının anne karnındaki çocuğu kutsamaları olarak kabul ediliyordu. Ay Hatun, vakti zamanı geldiğinde; yüzü mavi, ağzı ateş kırmızısı, gözleri elâ, saçları ve kaşları kara bir erkek çocuk doğurdu. Çocuk, çok iri ve olağanüstü görünümdeydi. Bir bakanın bir daha bakası, bir görenin bir daha göresi gelirdi. Herkesi tanıyan, her şeyi bilen bakışları vardı. Anne sütünü bir kez emdi, bir daha memeyi ağzına almadı; herkesi hayrete düşürüp konuşmaya başladı; çiğ et ve kımız istedi. Adını Oğuz koydular. Başka çocuklardan farklı oynamaya, yürümeye ve koşmaya başladı. Kırk günde büyüdü. Çok güçlü, hiç korkusuz, çok kahraman bir yiğit oldu. Kimse Oğuz’la yarışamaz, güreş tutamazdı…   

     Ötügen Ormanındaki bir canavar önüne geleni öldürmekte ve kimseyi ormana, otlağa sokmamaktaydı. Nice yiğitler birleşip canavarı (gergedanı) öldürmeye ve herkesi canavar belâsından kurtarmaya giderler ama gidenler geriye dönemezlerdi. Oğuz; mızrağını, kılıcını, kalkanını, ok ve yayını aldı ve kendi başına ormana gidip canavarı öldürdü. Sürüye sürüye getirip meydana bıraktı. Herkes tarafından alkışlandı ve çok ünlü oldu. Oğuz, (Mete) Şaman inancına göre Yer ve Gök Tanrı’ya: “Tanrılarım; benim, uygun gödüğünüz bir kızla evlenebilmem için yol gösterin” diye yakardı. Çünkü Oğuz gibi, eşi ve benzeri görülmemiş; kahraman, güçlü, korkusuz, silâhşör ve yakışıklı bir erkeğe herkes kızını vermek istiyor, bütün kızlar da etrafında pervane oluyorlardı. Bir gece gökten parlak bir ışık indi. Kimse yanına gidemedi, Oğuz korkmadan gitti. Işıktan, bu zamana kadar görülmemiş güzellikte; ay gibi doğan, gün gibi ışıyan, yıldız gibi parlayan, hilâl kaşlı, gök gözlü, lepiska saçlı, servi semin boylu, gün batımındaki güneş rengi kadar alev dudaklı, görenlerin gözlerini kamaştıran bir kız çıktı. ‘Beni sana Gök Tanrı gönderdi’ dedi. 40 gün süren şölenden sonra evlendiler. Üç oğulları oldu. Gün, Ay ve Yıldız adlarını verdiler.

     Bir gün ormandaki göl ortasında, ulu bir çınar ağacının kovuğunda bir kız buldu. Kız Oğuz’a: ‘Beni sana Yer Tanrı gönderdi’ dedi. Kız, görülmemiş güzellikte; gül gibi gülen, su gibi akan, ateş gibi yakan, ahu gibi bakan, bülbül gibi şakıyan ve keklik gibi seken; kestane saçlı, yay kaşlı, badem gözlü, elma yanaklı, kiraz dudaklı, inci dişli, selvi boylu, ince belli, ceylân bakışlı, görenleri hayran bırakan biriydi. Oğuz, ‘Tanrı emri’ dedi ve O’nunla da evlendi. Üç oğulları oldu. Gök, Dağ ve Deniz adlarını verdiler.

       TARİH BABA DİYOR Kİ: Teoman Yabgu’nun ikinci karısı, Çinli Prenses Başkadın; Mete’nin (Oğuz’un) gösterdiği kahramanlıklar karşısında, Çin’in “Türkleri yıkma gizli plânları”nın gerçekleşmeyeceğini düşünerek kaygılanmaya başladı. Mete (Oğuz), bu kahramanlıklarıyla, Teoman’dan sonra kesin Yabgu olurdu. Bunun önüne geçmek, kendi oğlunu yabgu yapmak ve gizli plânı uygulamak gerekirdi. Bir taraftan Teoman’ı güzelliği ve kurnazlığıyla etkisi altına aldı ve kendi oğlunun, Teomanın ölümünden önce velihat ilân edilmesini istedi. Diğer taraftan da Çinli elçi ve Çinli olan, olmayan, Türklerin yıkılmasını isteyen bazı Hun Devlet yöneticilerine : “Teoman’la Oğuz’u birbirine düşman edin. Kanlı bıçaklı olsunlar, bizler de Hun Devleti’ni yok edelim, muradımıza erelim” haberini gönderdi.. 

     OĞUZ KAĞAN DESTANI SÖYLÜYOR Kİ: Oğuz (Mete), değişik ve çok çeşitli ırktan insanların bir araya gelip, yalnız can ve mallarını korumak için kurdukları Hun Devleti’nin işleyişini beğenmez. Babasına ve etrafında olanlara, özellikle Çinli Hakan yardımcılarının, Hun Devletini yıkmak üzere entrikalar, gizli işler çevirdiklerini, bunun önüne geçilmesi gerektiğini ulu orta söylerdi. Oğuz’un yiğitliğini ve kahramanlığını çekemeyenler Babasına giderek: ” Oğlun başka dine geçti. Sana ihanet ediyor. Senin Hakanlığını beğenmiyor. Amacı seni öldürüp hakan olmaktır” diyorlardı. Ayni kişiler Oğuz’a da giderek: “Baban senin düşüncelerini beğenmiyor. Konuşmalarına kızıp köpürüyor. ‘Böyle oğlum olmaz olsun’ diyor. Baban seni öldürmek için ordu hazırlıyor” diyorlardı. Oğuz’un çok önceden sezdiği entrikalarla, babayla oğlulu birbirine düşürdüler. Oğuz, babasına gidip bunları anlatmak istedi, Babası Teoman Yabgu kabul etmedi, Oğuz’u sürgüne göndermek istedi, Oğuz kabul etmedi. Babasına karşı savaş açtı ve yenerek yerine Yabgu oldu. İkiyüzlü, casus, entrikacı ve gizli işler çevirenleri cezalandırdı. Hun Devleti’ni yabancıların yönetiminden kurtardı. Oğuz; Türk Budun, Boy, Oymak ve Oba Beylerini toplantıya çağırdı ve:” Babam Teoman, sadağındaki okları bir araya getirip bağlayarak, ‘birlikten güç doğduğunu’ sizlere anlatmış ama noksan anlatmış. Oklar ayni yöne bakmaz ve atılmazsa kendi oklarımızla kendimizi vururuz. Hun Devleti de bu duruma düşürüldü. Kendi içimizde OK olarak bildiklerimiz; düşmanlarımızı vuracağına bizi vurmaya başladılar. Sonunda baba ile oğulu düşman yapıp Hun Devleti’ni yıkmak istediler. Biz bu gizli plânın farkına vardık ve gereğini yaptık. Artık ayni tuzaklara düşmemek için de yapılması gerekli olanları yapmalıyız” konuşmasıyla herkesi bilgilendirip, düşüncelerini sordu. Bütün beyler, Oğuz’un söylediklerine hak verdiler ve kendi başlarına gelen gizli oyunları da anlatarak, içlerinde barınan düşmanları bir bir saydılar. Beylerin bu gerçeği görmelerine sevinen Oğuz: ”Türk’e Türk’ten başka dost olmaz. Bundan sonra bizim aramızda düşman bulunmaz” diyerek, soy ve boy olmanın özelliklerini ve önemini anlattı. Herkesi soyuna ve boyuna sahip çıkmaya ve korumaya çağırdı. “Böyle olursak, yiğit elindeki yaydan çıkan ok gibi hedefimize ulaşırız. Olmazsak, şimdiye kadar olduğu gibi yıkılırız. Bizi yıkanlar, bizim soydan, bizim boydan olmayanlar; bizi yok etmek için aramıza girip bizden görünenlerdir. Biz Türkler bundan böyle ‘OKUZ’ (kendimize özgü özelliklerimizi koruyarak, soy ve boylarımızla iş ve güç birliği yaparak; düşmanlarımızla savaşacağız, hepsini yeneceğiz ve mutlu yaşayacağız) kabul edenler benimle olur, kabul etmeyenler düşmanımdır, düşmanlarımızdır. OKLARIMIZ düşmanlarımızadır. Ayni soydan olan biz Türkler, kan ve akrabalık bağı olan boylara ayrılarak; bölünüp parçalanmadan, eğilip bükülmeden, hiçbir zorluktan yılmadan, çaşıtlara (casuslara) kanmadan devletimizi kurup sonsuza kadar yaşatacağız. Bundan böyle ‘ben’ yok, ‘biz’ varız. Biz demek; Obalarımız, Oymaklarımız, Boylarımız, Budunlarımız İllerimiz ve yurdumuzu, insanlarımızı koruyacak olan İlimiz (Devletimiz) demektir. Her yerleşim birimi; soyumuza, boyumuza, dinimize, türemize, (herkesin tartışmasız uyması gereken ulus yasalarına) gelenek ve göreneklerimize sahip çıkacak ve koruyacaktır. Aralarına soyumuzdan, boyumuzdan başkalarını almayacaktır. Bilgemiz Uluğ Türk, bizlere doğruları bildirecek, gösterecek ve Tanrılarımızla iletişim kurarak, bizleri zamanında uyaracaktır. Ben ve 6 oğlum ile bizlerle ayni düşünceyi taşıyan İl, Budun, Boy, Oymak ve Oba Beylerim, Türk Boylarımızı belirleyerek; yerlerimizi ve görevlerimizi bildireceğiz. Türemize göre; herkes soyunu, boyunu, obasını, oymağını, otlaklarını, korursa; birlik ve beraberlik içinde olursa; yurdumuz ve devletimiz de korunmuş olur. Tanrı Türk’ü korusun.”

   ORHUN YAZITLARINDAN (KİTABELERİNDEN) OĞUZ’LA İLGİLİ BİR BÖLÜM:

                                    Ben sizlere oldum Kağan,

                                    Alalım yay ile kalkan.

                                    Damga bize olsun buyun, (uğur)

                                    Gök kurt bize olsun uran. (Savaş narası)

                                     Demir kargılar orman olsun,

                                     Ay yerinde gezsin kulan. (katır, yaban eşeği)

                                     Hem deniz, hem de ırmak,

                                     Gün tuğ (bayrak) olsun, gök gölgelik. 

               

      Oğuz’un (Mete’nin) bu özlü konuşmasından sonra, tüm Türk Boyları, etrafında birleşerek, aralarına sızmış yabancıları temizleyerek BÜYÜK HUN İMPARATORLUĞU’NU kurdular ve Mete’ye de (Oğuz’a da) Kağan unvanını verdiler.

       Oğuz Kağan, Öğretmeni ve Bilgesi olan, yetişmesinde büyük emeği geçen, düşüncelerini beğenip benimsediği, soy ve boy birliği konularını kendisinden öğrendiği, o yıllardaki Türklerin de en büyük Bilgesi olan ULUĞ TÜRK ile diğer Bilgeleri ve Boy Beylerini bir araya getirdi. Soyumuzu ve Boylarımızı korumanın kurallarını ve törelerini tartıştırarak ortak noktalarda birliktelik sağladı. Bu kural ve törelere uymayı kabul edenleri belirleyip, yakın ilgi ve korumasına aldı.

      Oğuz; Soy ve Boy Birliğine uyma sözü vermeyenlere ve Orta Asya’da, Asya’da Devlet kurmuş topluluklara mektup yazıp gönderdi: “ Ben, Oğuz Kağan; Gök Türklerin Kağanı oldum. Yeryüzünün dört köşesinin Hakanı olsam gerektir. Sizlerden itaat beklerim. Kim benim emrimi dinlerse yaşar, dinlemezse ölür” kesin düşüncelerini bildirdi. Uyanlarla bir oldu. Soya dayalı Boyları kurup birliktelik sağladı. Uymayanyarla savaşıp yendi. Kendisine her zaman bir Bozkurt yol gösterdi. Bu yoldan hiç şaşmadı. Bozkurt başını devletine bayrak yaptı. Kurduğu her Boy’a; beceri ve yeteneklerine göre ad koydu. Asya’nın her tarafına egemen oldu.

        Oğuz Kağan’ın Bilgesi Uluğ Türk, bir rüya görüp Oğuz’a anlattı: “ Bir altın yay ve üç gümüş ok gördüm. Ömrün hoş olsun. Altın yay, doğudan batıya uzanıyor. Üç gümüş ok ise kuzeye gidiyor” dedi ve rüyasını yorumlayıp takdiri kendisine bıraktı. Oğuz Kağan, oğullarından Gün, Ay ve Yıldız’ı doğuya; Gök, Dağ ve Deniz’i batıya gönderdi. Gün, Ay ve Yıldız gittikleri doğu yönünden altın yay’ı; Gök, Dağ ve Deniz gittikleri batı yönünden üç gümüş ok’u bulup babalarına getirdiler. Oğuz Kağan, 6 oğlunu da yanına alıp Kutlug Dağı’na çıktı. Göktanrı Dağı’na selâm verip, oğullarına uzakları gösterdi ve: “ Ey küçük oğullarım! Oklar sizlerin olsun. Sizler de yay olasınız. Benim yaya koyup attığım okun hedefini vurması gibi, sizler de hedeflerinize ulaşıp vurun. Sizin yayınız ağabeyleriniz olsun. Birbirinizle öylesine bütünleşin ki yay ve ok gibi birbirinizi tamamlayın. Sizin Erlik Adınız bundan sonra ÜÇOKLAR olsun.” diyerek, yay getiren oğullarına döndü: “ Ey büyük oğullarım! Yayı getirdiniz. Kıymetini bildiniz. Yay olmadan ok atılmaz, hedefini bulamaz. Siz 6 kardeş bir olun, birlikte hedefinizi bulun. Siz hem kendiniz, hem de kardeşleriniz için yay olun. Yay gibi gerilip, ok gibi fırlayın ve düşmanlarınızı haklayın. Sizin Erlik Adınız BOZOKLAR olsun” diye seslendi. Ölmeden önce oğulları arasında kardeşliği, birliği, dirliği ve düzeni koruyucu adımları atmış oldu. Bu düşüncelerini tüm beylere ve halka duyurmak; uymalarını ve uygulamalarını sağlamak için, Beylerin katıldığı Küçük Kurultayı topladı. Sağ yanına BOZOKLAR, sol yanına da ÜÇOKLAR oturdu. Mete (Oğuz) Ulusuna seslendi: “ Ulusum sayesinde, yeryüzünün dört köşesinin Kağanı oldum. Bunun devam etmesi için kendimi adadım. Bilgem Uluğ Türk’e danıştım. Soy ve Boy Birliği kurdum. Yılmadım, savaştım ve devletimizin sınırlarını, hepimizin karınlarını doyuracak kadar, hepimizi zengin ve kutlu yapacak kadar genişlettim. Ordularımı güvenliğiniz için besledim. Şimdi de bunun devam etmesi, bundan sonra da bu yasalara ve türelere uyulması için Küçük Kurultayı topladım. Sağ yanımda oturan üç oğlum BOZOKLAR, bundan sonra, İlimizin (Devletimizin) doğusundaki 12 Türk Boyu ile birlikte olacaklar. Sol tarafımda oturan üç oğlum da ÜÇOKLAR olarak; ilimizin batısındaki 12 Türk Boyu ile birlikte olacaklar. Her oğlum 4 Türk Boyunu yönetecek ve yasalarımızla türelerimize, Soy ve Boy Birliğine uyum göstermelerini sağlayacak. Herkes birbirinden haberli olacak; iş ve güç birliği yapacak. Birimiz hepimiz için varsak, hepimiz de birimiz için var olacağız. Ben, Hun Kağanı Mete (Oğuz) olarak, devletimin yönetimini oğullarımla ve siz beylerimle paylaşmaya karar verdim. Oğullarım, birlikte çalışacakları 4 boyun beyleriyle; her boyun bilgi, beceri ve ustalıklarına göre, hepimiz için üretim yapacaklar ve paylaşacaklar. En iyi ok ve yay yapan; bu işte çalışacak, ustalaşacak ve ün kazanacak. En iyi at yetiştiren de öyle yapacak. Böylece Türkler her şeyin en iyisini yapmış olacaklar. Beyler; obalarından budunlarına kadar olan yerleşim birimlerindeki vatandaşlarımızdan sorumlu olacaklar. Bizlere uymayanları, düşmanla iş birliği yapanları, çaşıtlık (casusluk) yapanları, Tük soyundan ve boyundan olmayanları temizleyecekler ve bundan sonra da aralarına almayacaklar. Ben Mete (Oğuz) öldüğünde, devletimiz de ölmeyecek. Bu yasalarımız, türelerimiz, Soy ve Boy Birliğimiz gerçekleştiğinde, bizden sonra gelenler de dirlik ve düzen içinde sonsuza kadar kutlu yaşayacağız. Tanrı Türkü korusun.” Bundan sonra, Oğuz’un 6 oğlu tarafından seçilmiş bulunan 24 Türk Boyu, tarihte “Oğuz Boyları” olarak yer aldı. Çünkü Oğuz’un ok ve yay aramak için gönderdiği oğulları, gerçekte, Soy ve Boy Birliğine uyacak Boyları aramak için doğuya ve batıya gitmişlerdi. Her oğul da kendisiyle çalışabilecek 4 Türk Boyunu belirlemiş ve babalarına bildirmişlerdi. Küçük Kurultay, bunun duyurulması ve uygulamaya konulması için yapılmış ve böylece Oğuz Boyları kurulmuştu…

                  YİNE ORHUN YAZITLARINDAN BİR BÖLÜM

                            “Ey oğullarım! Ben çok dağ aştım.

                             Çok savaşlar gördüm.

                             Çok mızrak, çok ok attım.

                             Atla çok yürüdüm.

                             Düşmanları ağlattım.

                             Dostlarımı güldürdüm.

                             Göktanrıya borcumu ödedim.

                            Yurdumu sizlere bırakıyorum.”

      Mete (Oğuz) Kağan, dediği gibi de yaptı. Önce Hun Devleti’ni Doğu Türkistan (Orta Asya’nın Çin’e doğru uzanan iç bölümleri) ve Batı Türkistan (Orta Asya’nın Hazar Denizi çevreleri ve Anadolu’ya uzanan bölümleri) olarak, ayni anneden olan üçer oğlu arasında BOZOKLAR ve ÜÇOKLAR olarak ikiye ayırdı. Sonra da her kardeş için 4 boy belirledi. Yurdunu oluşturan 24 Türk Boyunu 6 oğlu arasında paylaştırdı. Bu boylara da OĞUZ BOYLARI adını verdi. Boylar arasında iş ve güç birliğini de sağladı. Mete (Oğuz) son sözleri olarak:” Devletler yıkılacak ama bundan sonra Boylar hiç yıkılmayacak. Doğruyu gören Boylar birleşip daha güçlü, yıkılmayan devletler kuracaklar” düşüncelerini vasiyet olarak bıraktıktan sonra, bir daha konuşmadı; gözlerini yumdu, bir daha açmadı. Göktanrının yanına uçmağa vardı… Oğuz Kağan Destanı bu cümleyle son buluyor ve günümüze kadar ulaşıyordu…

 

      TARİH BABA DİYOR Kİ: O yıllarda; Orta Asya Türklerinin konuştuğu Türkçe’de bu günkü konuştuğumuz Türkçe’ye göre, şive (söyleyiş) farkları vardı. Bu şive farklarının neler olduğu, Orhun Kitabelerinin okunmasından sonra belgelerle kanıtlanmıştır. Özellikle ‘K’ harflerinin sesini ‘G’ harfinin sesi gibi çıkarıyor ve yazıyorlardı. OK= OG, TÜRK = TÜRG, YOK = YOG gibi. Bu sözcükler yanlarına takı alınca da yumuşuyorlar ve ‘G’ sesleri ‘Ğ’ olarak çıkarılıyor ve yazılıyordu. OKUZ sözcüğü OĞUZ olarak; TÜRKÜZ sözcüğü, yumuşama olmadan TÜRGÜZ; YOKUZ sözcüğü de YOĞUZ olarak söylenip yazılıyordu. Yine ayni kaynaktaki yazılı belgelere göre; OK sözcüğü; ‘yazılışları ayni; anlamları ayrı’, iki anlamı olan eş sesli bir sözcüktür. Tıpkı günümüz Türkçesinde kullandığımız; at, ay, oy, gül, yüz ve benzeri sözcükler gibi. OK= OG sözcüğünün birinci anlamı: Silâh olarak kullanılan ve yay yardımıyla hedefe atılan; ucu sivri, gövdesi ince çubuk şeklinde savaş aracı.

 OK(A)= OG(U) sözcüğünün ikinci anlamı ise; Boy’du. Tarihçe Öykümüzün başlangıcından bu yana üzerinde durduğumuz ve açıkladığımız, ‘ BOY: Ayni soydan gelen ve kan bağı olanlarla olmayanların evlenmesinden meydana gelen insan toplulukları’ anlamına geliyordu.

      İlk Hun Devleti Yabgusu Teoman; ‘Birlikten güç doğar’ özdeyişini daha iyi anlatmak için, yalnız savaş aracı olan OK’ları kullanmış; Boy anlamına gelen OK sözcüğüne önem vermemişti. Oğlu Mete ise; ‘Birlikten güç doğar’ özdeyişini anlatırken; babasının zamanında yaşanan kötü durumun nedenleri üzerinde durduktan sonra; OK sözcüğünü iki anlamda da kullanarak, soylarının korunmasının, boylarının korunmasından geçtiğini ve çok önem taşıdığını vurgulamıştır. Düşmanlarını tarif etmek için ‘sadağa konmuş ve kendimize yönelmiş ters oklar ‘ (silâhlar) örneğini verirken; Soy ve Boy birliğini ve devamını tarif ederken de; ‘aramıza başka soydan kimselerin karışmasına izin vermeyen doğrulukta ve düzgünlükte OK olmalıyız’ tanımıyla da Boy anlamında kullanmıştır. Tekil olan OK =OG sözcüğünü çoğul yapmak için, bu günkü Türkçemizde ‘- LAR’ eki kullanırız. OKLAR gibi.

 Orhun Yazıtlarından anlaşıldığına göre; Orta Asya Türkleri o yıllarda çoğul eki olarak - LAR yerine , -UZ takısını kullanmışlardır. Bu kuraldan hareket edince de OK= OG sözcüğü, -UZ ekiyle çoğul yapılarak: OG - UZ = OGUZ sözcüğü elde edilmiş; ‘G’ sesi, kural gereği yumuşatılarak söylenip yazılınca da OĞUZ sözcüğü ortaya çıkmıştır. Bu varılan sonuca göre; eş sesli olan OĞUZ sözcüğü amaca ulaşmak için METE tarafından; hem BOYLAR, hem de OKLAR anlamında kullanılmıştır. M.Ö. 220 yıllarına kadar, soy ve boy bilincine ulaşamamış bir ulusta bu bilinci geliştirmiş olmak ve uygulamak, METE’ye bir ER adı kazandırmış ve kendisine ‘OĞUZ’ ERLİK ADI (Unvanı) verilmiş ve adına destanlar yazılmıştır.

       Oğuz Kağan, boyları oluşturmak için, oldukça uzun süren bir çalışma ve araştırmaya girişmiş; önce Bilge Uluğ Türk’le, sonra diğer bilgelerle bir araya gelerek temel esasları belirlemişlerdi. Sonra 6 oğlundan üçünü Doğu Türkistan’na; diğer üçünü de Batı Türkistan’a göndererek, saptanan esaslara uygun Boy aramalarını; bu boylarla birlikte çalışıp çalışamayacaklarını ve bu konuda Boylardaki Bilge kişilerin, Boy Beylerinin düşüncelerini alıp dönmelerini istemişti. Oğulları, bir yıl süren bir ön çalışmadan sonra dönmüşler ve beraberlerinde getirdikleri ‘Boy Olabilecek Oba ve Oymaklar Listesi’ni babalarına sunmuşlardı. Oğuz Kağan, listede yer alan Oba ve Oymakların bey ve bilgeleri konusunda araştırma yapmış; sonunda, her türlü koşullarda güven uyandıran 24 Boyluk bir listeye ulaşmıştı. 12 Boy Doğu Türkistandan ve 12 Boy Batı Türkistandan olmak üzere 24 Boy Beyini ve Bilgesini çağırarak Küçük Kurultay düzenlemiş ve Oğuz Boylarını oluşturmuştu.

      Orhun Yazıtlarında (Göktürk Kitabelerinde) yazılı olan ve bu günümüze kadar ulaşan tarihi belgelerde başlık: ‘OĞUZ OYMAĞZI’ (BOYLAR OYMAKLARI ) olarak yazılmış ve altındaki açıklama bölümünde de her oğlunun adı sonuna HAN unvanı eklenerek; GÖK, AY, YILDIZ adlı oğulları; GÖKHAN, AYHAN, YILDIZHAN olmuş;GÜN, DAĞ, DENİZ adlı oğulları da GÜNHAN, DAĞHAN ve DENİZHAN olarak Kağan Yardımcısı yöneticiliğine yükseltilmişlerdi. 6 Kağan yardımcısı ve birlikte çalışacağı Boyların ERLİK adları ve bu ERLİK adının neden verildiği belirtilmişti. Yazılı Belge olarak taramadan geçirip Tarihçe Öykümüze eklediğimiz bu orijinal belgede de görüleceği gibi: Önce Doğu Türkistan’da görev yapacak üç oğluna “BOZOKLAR” (BOZBOYLAR) adı; Batı Türkistan’da görev yapacak üç oğluna da “ÜÇOKLAR” (ÜÇBOYLAR) adı verilmiştir. Sonrasında da BOZOKLAR üç oğlu’nun birlikte çalışmak istediği boyları seçmeleriyle 4’de ayrılarak ER adlarıyla yazılmıştır. GÖKHAN OĞULLARI’nın ERLİK adları ve anlamlarıyla 4 Boyu: 1.- KAYI Boyu. Anlamı: Muhkem.(Sağlam, sağlamlaştırılmış) 2.-BAYAT Boyu. Anlamı: Devleti ve nimeti bol. 3.- ALKA EVLİ Boyu. Anlamı: Nereye varsa, başarı gösterir. 4.- KARA EVLİ Boyu. Anlamı: Kara otağlı. (Kara yünden dokunmuş büyük ve süslü çadırlı – dokuma ustası)

AYHAN OĞULLARI’nın 4 Boyu: 1.-YAZIR Boyu. Anlamı: Çok ülkeye hâkim. 2.-DÖĞER Boyu. Anlamı: Toplanmak için.3.- DODURGA Boyu. Anlamı:Ülke almak ve hanlık yapmak. 4.- YAPARLU Boyu. Anlamı: Anlamı bilinmiyor.

 YILDIZHAN OĞULLARI’nın 4 Boyu: 1.- AVŞAR Boyu. Anlamı: Çevik ve vahşi hayvan avına hevesli.2.- KIZIK Boyu. Anlamı: Kuvvetli, yasakta ciddi. 3.- BEGDİLİ Boyu. Anlamı: Büyükler gibi aziz. 4.- KARGIN Boyu. Anlamı: Çok ve doğuran aş.

   ÜÇOKLAR’ın; ayni özellikler ve yöntemlerle 12 Boyunun oğullar arasında dağılımı: GÜNHAN OĞULLARI’nın 4 Boyu: 1.- BAYINDUR Boyu. Anlamı: Daima iyi iş ve düzen kurucu.2.- BEÇENE Boyu. Anlamı: İyi çalışır, gayret gösterir. 3.- ÇAVULDUR Boyu. Anlamı: Şerefli, ünü yaygın.4.- ÇEPNİ Boyu. Anlamı: Nerede yağı görürse orada savaşır.

   DAĞHAN OĞULLARI’nın 4 Boyu: 1.- SALUR Boyu.(Bizim Soyumuz ve Boyumuz) Anlamı: Nereye varsa kılıç ve çomağı iş görür. 2.- EYMÜR Boyu. Anlamı: Son derece iyi ve zengin.3.- ALA YUNTLU Boyu. Anlamı: Hayvanları iyi.4.- YÜREGİR Boyu. Anlamı: Daima nimetle dolu olan yer.

   DENİZHAN OĞULLARI’nın 4 Boyu: 1.- IĞDİR Boyu. Anlamı: İyilik, büyüklük,yiğitlik. 2.- BÜGDÜZ Boyu. Anlamı: Herkese tevazu gösterir ve hizmet eder. 3.- YIVA Boyu. Anlamı: Derecesi hepsinden üstün. 4.- KINIK Boyu. Anlamı: Nerede olsa azizdir.

      Erlik adı Oğuz olan Mete Kağan; kurmuş olduğu boy sistemine işlerlik kazandırmak ve yöntemlerini benimsetmek için 5 yıllık bir uğraşa girmiş ve sistemi istediği gibi oturtmuştur. Hun Devletin’de en küçük birimden (Obadan) en büyük birime (Buduna) herkes görev ve sorumluluk almış ve bunları kusursuz olarak başarmak için; kardeşlik duyguları içersinde yarışırcasına çalışmaya başlamıştı. Devletin en üst kademesi olan, Yöneticiler ve Bilgeler Kurultayı (İstişare = danışma Kurultayı) her yıl toplanır ve 24 Boyun çalışma raporlarını dinleyip, yeni yıl için yapılacak çalışmalara yön verirdi. Her Boy, ustalık ve uzmanlık kazandığı alanlarda, tüm birimleriyle birlikte seri üretimlere geçerek, tüm vatandaşlarının ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra, komşu ülkelere de satacak üretimler yapmaya başlamıştır. Boylar; görev ve sorumluluklarını öylesine sahiplenmişler ve devletlerine öylesine bağlanmışlardı ki; Devlet denetlemesine gerek kalmadan, Boy Sistemi hiç aksamadan işliyor ve gittikçe de güçleniyordu. Yapılan savaşlar nedeniyle, bazen bir boy Oba kadar küçülüyor; devam eden barış yıllaranda da bazen bir Budun kadar büyüyordu. Bu azalma ve çoğalma, Boyun aldığı görev ve sorumluluk açısından hiç önem taşımıyor; kuruluşunda üstlendiği ERLİK adı ile yetkilerini kullanıyor ve görevlerini yerine getiriyordu. Mete Kağan’ın kurduğu bu Boy Sistemi öylesine benimsenmiş, korunmuş, yaşatılmış ve güçlendirilmişti ki, kuruluşundan 1900 yıl sonra; 1878 yılında bile; Lofça ve Plevne’de olan atalarımız, Boy Sistemini işletiyorlardı.       

        Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nden önce, Tarih sayfalarında yer alan 16 Türk Devleti’nin kuruluş ve yıkılışlarında, 24 Oğuz Boyu çok önem taşımıştır. Tarihte adı geçen Türk Devletleri yakından incelendiğinde; Oğuz Boylarının istemediği, beğenmediği, türelere uygun davranışta görmediği devletleri yıktığını ve yerine bu değerlere sahip çıkma sözü veren bir Boyun devlet kurmasına izin verdiği görülür. Özetle: Devletler yıkılmış ama Boylar hep ayakta kalmışlardır.

             Mete’nin (Oğuz’un) 35 yıl süren Kağanlığı döneminde, Hun Devleti genişledi. Bütün Türk, Moğol, Tunguz ve diğer Altay; İl, Budun ve Boylarını emri altına aldı. Asya’nın fethine girişti. Çin’e hemen her yıl akın düzenledi. Türk akınlarından yılan ve savaşma güçlerini kaybeden Çinliler, tarihi ÇİN SEDDİ’ni yapıp Türk akınlarını durdurmaya çalıştılar ama durduramadılar. Bu akınlardan birinde Peteng Kalesi’nde; Çin İmparatoru Gao- Di’yi kuşattı. İmparator barış yapmak zorunda kaldı. Mete’nin zamanında, devletin sınırları; Büyük Okyanus’tan Hazar Denizi’ne; Tibet ve Keşmir’den Kuzey Sibirya’ya kadar uzandı. Büyük bir İmparatorluk oldu. Mete’nin (Oğuz’un ) ölümünden sonra birlik yine dağılmaya, boy ve soy birliğini uyulmamaya başlandı ve Hun Devleti parçalandı. Bir kısmı konar – göçer halde, Karadeniz’in kuzeyinden geçerek Avrupa’ya geldiler ve Batı Hun Devleti’ni kurdular. Orta Asya’da kalanlarsa Boylara kadar bölündüler. Kurulan Oğuz Boyları bu tarihi olaydan sonra özelliklerini hep korudular ve öne çıkan kahramanları destekleyerek yeni devletler kurulmasını sağladılar.

      Orhun Kitabelerinde “ OĞUZ OYMAĞZI” (BOYLAR OYMAKLARI) olarak yer alan cümle; bu gün kullandığımız Türkçemizde “OĞUZ BOYLARI” olarak söylenip yazılmaya başlanmış ve OĞUZ sözcüğü BOYLAR anlamına geldiğine göre ortaya “ BOYLAR BOYLARI” gibi bir anlatım çıkmıştır. Oysa böyle bir terimin kullanılma amacı başkadır. Oğuz’un sistemini benimsemeyen ve bu sistemin dışında kalan Türk Boyları da vardır. Bu boyları birbirinden ayırmak için, Mete’nin kurduğu Boy Sistemi içinde yer alan boylara; Mete’nin Erlik adı olan OĞUZ adı verilerek boy denilmiştir. Burada geçen OĞUZ sözcüğü ‘BOY’ anlamında değil, Mete’nin ERLİK ismi yerine ‘AD’ olarak kullanılmıştır.

                


 

 

 

                 BİZİM SOYUMUZ, BİZİM BOYUMUZ OLAN “SALUR BOYU” NUN      

                        BELGELERLE ULAŞABİLDİĞİMİZ TARİHÇE ÖYKÜSÜ

      24 Oğuz Boyu’nun listesinde, ÜÇOKLAR’ın yer aldığı 12 Boydan, DAĞHAN OĞULLARI ile çalışmayı seçen 4 boyun en başında “SALUR BOYU” yer almaktadır. Bir “DEDE’ye ortalama 50 yaş vererek hesaplamaya giriştiğimizde; Köyümüzün Üçüncü Kuşağı olan bizler 41.ci DEDE oluyoruz. Biz 41.ci Dede’den geriye doğru; (Dedemin dedesi, dedemin dedesinin dedesi… diyerek ) 40 DEDE saydığımızda, (M:Ö. 220 yılına, 2009 yılından tam 2229 yıl geriye) SALUR BOYUNU kuran dedelerimize ulaşmış oluruz. Bu tarihten başlayarak dedelerimizi izlemeye, neler yaptıklarını öğrenmeye ve onları tanımaya çalışacağız. Tarihçe Öykümüze, 1878 Plevne Destanı’nı yazan ve köyümüzü kuran DEDE’lerimizi tanımakla başlamış ve 1878 yılından 15 DEDE geriye doğru araştırmalarımızı sürdürerek, 558 yıl öncesine kadar; elde ettiğimiz belgeler sayesinde, 1320’li yıllarda “Germiyanoğulları Beyliği” sınırları içersinde konar- göçer yaşayan DEDE’lerimize ulaşmıştık. Tarihçe Öykümüzün Birinci ve İkinci Bölümleri boyunca; 1320 tarihinden itibaren, kendileriyle birlikte Bursa’yı aldığımız, bir kısmını burada bırakıp bir kısmıyla Rumeli’ye geçtiğimiz, Yıldırım Bayezit’i enişte yaptığımız, Boyumuz Beyi Doğan Bey ile Niğbolu, Plevne ve Lofça’yı fethedip buralarda yerleşik düzene geçtiğimiz; sonrasında Plevne Destanı’nı yazarak tarihe geçtiğimiz ve ardından göç edip bu günkü köyümüzü kurup yerleştiğimiz DEDE lerimizi, tarih sayfalarında yer alan belgeler sayesinde tanıdık, yaşamlarını öğrendik ve onlarla onur duyduk. Ama geriye doğru daha 25 DEDE’miz kalmıştı. Acaba onlar nasıl yaşamışlar, neler yapmışlardı?..

         1975 yılı sonrasında bu doğrultuda araştırmalara başladık; yeni elde edilen belgeleri izleyerek, yeni okunan Orhun Yazıtlarına ulaşarak, araştırmalara ‘1984 sonrası açılan Osmanlı Arşivlerine girerek,’ uzun bir çalışma sonucunda (2009 yılında) aradıklarımızı elde edebildik. SALUR BOYUMUZUN, Orta Asya’da geçen yaklaşık 1300 yılını ve1071 Malazgirt Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya gelişini; konar – göçer olarak yurt edindiği yerleri araştırıp bulduk. Tarihçe Öykümüzün bu bölümünde sizlerle, henüz tanımadığımız 25 DEDE’mizin yaşam öykülerini paylaşacak; kendileriyle Tarih sayfalarında dolaşacak, yaşamlarına ortak olacak ve Tarihçe Öykümüze başladığımız, 1320 yılında Germiyanoğulları Beyliği’ne hep birlikte gelip, Tarihçe Öykümüzü tamamlamış olacağız.

                                             *    *    *    *    *   

       Oğuz Kağan, Bilgesi olan Uluğ Türk’le ‘Boy Sistemi’ni yaşama geçirmek için 6 oğlunu görevlendirmiş; üçünü doğuya, üçünü de batıya göndermişti. Batı Türkistana giden üç oğlundan DAĞHAN, dönerken beraberinde atlarına binmiş on asker ve başlarında Boy Beyleri GÖKTEKİN KAZAN’ı ve Boylarının Bilgesi ATABEK’lerini de getirmişti. Hüner ve ustalıklarını yerinde görüp hayran olduğu bir boyun, babası tarafından daha yakından görülmesi ve izlenmesi için de bu mangayı yanında getirmeyi uygun görmüştü. Gösteri için bütün hazırlıklar yapılmış; Oğuz Kağan’ın Büyük Otağı önünde manga yerini almış, heyecanla verilecek ‘başla’ komutunu bekliyorlardı. Verilen komutla birlikte, ilk bölüm olan ‘isabetli ok atışları’na geçildi. 5 Asker; yaylarındaki gövdelerine iple bağlanmış ve keçeden yapılmış kuş figürlerini taşıyan oklarını gökyüzüne doğru fırlatıyorlardı. Bu iş yapılırken diğer 5 asker de yaylarına takılmış okları, gökyüzünde uçan kuştan farkları olmayan oklardaki kuş figürlerine nişanlayıp atmak üzere bekliyorlardı. Bu çok iddaalı bir gösteriydi. Bir serçe kuşu büyüklüğünde, duran bir hedefi bile 100 metre mesafeden vurmak her babayiğidin harcı değilken, hareket eden bir hedefi sektirmeden vurmak, akıl ötesi bir başarı sayılırdı. Kuş figürlü oklar atılırken Boybeyi GÖKTEKİN KAZAN’ın ‘Hazrol!’ komutu ile vurucu tim yay ve oklarını atılan hedefe doğrulttular. Ardından GÖKTEKİN’in saniye süren komutu duyuldu: ‘SAL –UR’(SAL= BIRAK, UR= VUR anlamında olup; Nişan al! Hedefi gör ve izle! Oku Bırak ve Vur! Komutlarının, uzun süren talimler sonucu, ustalaşan askerlere verilen kısaltılmış SAL-UR komutudur.) atılan 5 ok da gökyüzündeki keçe kuş figürlerine saplanmış olarak Oğuz Kağan’nın ayakları dibine düşmüştü. GÖKTEKİN KAZAN selâm verip; ayni gösteriyi 3 kez yineledi ve hiç karavana atan olmadı. Alanı bir alkış sesi ve takdir çığlıkları kapladı. İkinci gösteriye geçildi. Meydan atların koşacağı kadar açıldı. Manga 5’şer kişilik iki takıma ayrılıp; bir ellerinde kargıları, bir ellerinde kalkanları, bellerinde kılıç, balta ve gürzleri, sırtlarında ok sadakları ve yayları olmak üzere, açılan alanın iki başındaki yerlerini aldılar. Her asker, Oğuz Kağan’a dönüp selâm verdikten sonra, kendine özgü tiz bir ıslık çaldı. Ormanın içinden kişneyerek gelen at, ıslığı çalan askerin yanına gelip durdu. 10 atın hiçbiri ıslığın kimin tarafından çalındığını şaşırmamıştı. Kişnemeye devam eden ve sağ ayakları ile toprağı eşip şahlanmaya hazır bekleyen atların üzerine sıçrayarak binen askerler, dizginleri ellerine almadan, dizleriyle atlarını yönlendirerek gösterilerine başladılar. Birbirlerine kargı fırlatıp kalkanlarıyla savunarak cirit gösterisi yaptılar. Yerde olan ciriti atından hiç inmeden ve dörtnal giderken: atının da eğilmesini sağlayarak ustalıkla aldılar. Meydana konulan keçeden düşman figürlerini, dörtnal giderken bir vuruşta ikiye böldüler. Oklarıyla birbirlerinin başlarındaki börtüleri vurup uçurarak herkesi güldürdüler. Ağaçlara asılmış keçe kuş figürlerini dörtnal giden atlarından attıkları oklarla vurdular ve gösteri bitiminde atlarını Oğuz Kağan’ın önüne sürüp, ön ayakları üzerine diz çöktürerek, kendileriyle birlikte selâm verdirdiler. Alanı dolduran herkes gördüklerine inanamamış olmanın şaşkınlığı içinde; takdir çığlıkları atarak, ıslık çalarak ve alkış tutarak göstericileri selâmladılar.

        Oğuz Kağan ve Bilge Uluğ Türk yerlerinden kalkıp, Boybeyi GÖKTEKİN KAZAN’ ın yanına geldiler. Oğuz Kağan: ” Bu hüner ve ustalığınız ile gösterdiğiniz askeri disiplin, Türklerin hepsine örnek olsun. Bilgem Uluğ Türk de sizlere ERLİK BOY ADINIZI KOYSUN. Sizin boyunuz da Oğuz Boylarının ilki olsun.” Övgüsünde bulundu. Bilge Uluğ Türk’de : “ Soy Soyladı, Boy Boyladı. Bundan sonra boyunuzun ERLİK ADI, SALUR oldu. Adınızı ben verdim. Yaşınızı ve başarınızı Tanrı versin. Boyunuzda yetişen Bilge Atabek’ler (Atabey’ler, Atalık’lar = Çocukları ve askerleri eğitip öğreten değerli Bilim adamları, Öğretmenler ve Kumandanlar) sizin çocuklarınızı yetiştirdiği gibi, hepimizin çocuklarını da yetiştirsin. Yaptığınız yay ve oklar hepimize yetsin. Her erimiz hedefine sizin gibi erişsin. Her atımız sizin atlarınız gibi kişnesin ve sahibini dinlesin. Sizin SALUR BOYU’nun bundan sonraki hüner ve ustalıklarını herkes, SALUR BOYU Atabek, Bilge ve ustalarından bilip öğrensin.” Konuşmasıyla; ulaşabilğimiz ilk DEDE’lerimize boy adımızı vermiş oldu. Yapılan bu törenden sonra Salur Boyu Türklerin Tarihindeki önemli yerini almış oldu…

       Tarihte, Salur Boyu’nun ilk Beyi olarak bilinen GÖKTEKİN KAZAN, 800 çadırlık Oymağına ve 30’zar çadırlık 9 Obasına döndüğünde, öncülerin getirdiği kutlu haberle herkes şölen hazırlığındaydı. Göktekin Kazan; Oğuz Kağan tarafından Oymağına verilen yetki, görev ve sorumlulukları sıraladıktan sonra 3 gün, 3 gece şölen yapıp kopuz ve kös çaldılar, türkü söyleyip mani düzdüler. Ozan – âşık atışması yaptılar. At binip cirit attılar. Kıspet giyip güreş tuttular. Ormanda sürek avı düzenleyip talim ettiler. Şölen sona erince Oymak İstişare Kurulu toplanıp, Boylarına verilen yetki, görev ve sorumlulukların hepsini anlatacak ve Boy Bayraklarında yer alacak cümleyi belirlediler ve bayraklarının her iki yüzünün en alt tarafına yazmaya karar verdiler. “NEREYE VARSA, KILIÇ VE ÇOMAĞI (kargısı, mızrağı) İŞ GÖRÜR” Boyları için seçtikleri Gökbayrak üzerine; daha öncelerden seçmiş bulundukları Ongun Kuş’u koydular. ( Ongun Kuş =Uğurlu Kuş: Şaman inanışına göre, her kuş ölmüş olan bir kahramanın ruhunu taşır ve ait olduğu topluluğa kuş olarak yol gösterir. Bu nedenle de her boy, bayraklarının üzerine, kendilerine yakın buldukları ve uğurlu saydıkları kuşu simge olarak koyarlar ve bu kuşun ötüşünü de “savaş çığlığı – savaş narası” olarak çıkarırlar.) Salur Boyu’nun Ongunu; kartal ile şahin arasında yer alan, daha çok şahin cinsinden yırtıcı bir kuş olan UC adını verdikleri kuş ve savaş çığlıkları da UC kuşunun avına saldırırken çıkardığı sesti. Yine bayraklarının üzerine ‘ET ‘KISIM’olarak, gövdesi kemikten yapılmış bir ok seçtiler. Oğuzca’da ‘S’ harfi olarak kullanılan harf karakterini de DAMGA (Mühür) olarak belirlediler. Bu sonucu, DAĞHAN’ın onayına sundular. DAĞHAN düşüncelerini çok beğendi ve yönetimi altında bulunan 4 boyun da kendi damgalarını vurup bu bayrağı, DAĞHAN OĞULLARI BAYRAĞI olarak kullanmalarına karar verdi.

                             SALUR BOYU İNSANLARININ SOSYAL YAŞAMLARI

     40 DEDE (GÖBEK) önceki atalarımızı daha iyi tanıyabilmek için; nerelerde yurt kurdukları, nasıl yaşadıkları, nasıl geçindikleri, ne giydikleri, ne yeyip içtikleri; nasıl komşuluk edip, akrabalık ilişkilerini nasıl sürdürdükleri, çocuklarını nasıl eğittikleri, nasıl evlendikleri ve ölülerini nasıl gömdükleri konularında da bilgi edinmemiz gerekir. Boyumuz, genel olarak diğer TÜRK Boylarıyla bir arada yaşadıklarından ve birbirleriyle sosyal ilişkilerde bulunduklarından, bazı özellikleri dışında ayni yaşam tarzı ve davranış biçimleri içersindedirler.

     Salur Boyu; Orta Asya’nın Batı Türkistan denilen bölümünde, Aral Gölü’ne dökülen Amuderya (Ceyhun) ve Siriderya (Seyhun) nehirlerinin arasındaki Maverahünnehir (iki nehir arası) denilen verimli toprakları KIŞLAK olarak yurt edinmişti. İlkbahar, yaz ve sonbahar mevsimlerinde, Hazar Denizi’nin çevrelerinde, Anadolu’nun Kuzeyine, Karadeniz kıyılarına, Yeşilırmak kıyılarına kadar gelip otlak yurtlar edinmişti. Kış gelince Maverahünnehir’e dönüyor, ilkbaharla birlikte konar – göçer yaşamına başlayıp; koyun, keçi, at, sığır, deve ve benzeri olarak besleyip büyüttükleri ve ürünleriyle geçimlerini sağladıkları hayvanlarıyla birlikte, en güzel otlaklara ulaşmak için dolaşmaya başlıyorlardı.

     Bu günkü köy karşılığı sayılacak 10- 30 arası ailenin (çadırın) yer aldığı Oba ve bu günkü kasabaların karşılığı sayılacak 100 -500 ailenin (çadırın) yer aldığı Oymak adı verilen göçebe yerleşim yerleri vardı. Oba başlarında bulunan beyler, oymak başlarında bulunan beylere bağlıydı. Birbirleriyle her yönden dayanışma ve yardımlaşma içinde bulunurlardı. Çok yaşlılar ve hastalar kışlaklarda kalır ve birbirlerine emanet edilirdi. Hep birlikte göçe karar verirler, hep birlikte otlak ararlar, birbirlerine yakın konarlar ve birbirlerinin yardımına koşacak kadar yakın mesafede göçerlerdi. Besledikleri hayvanların ancak onda birini keserek yerler; diğerlerini sürülerine katar ve süt ürünlerinden beslenirlerdi. Her sabah gün ışımadan sağılan sütlerden sonra mallar otlağa çıkar; Oba ve Oymakta kalanlar da sütten yağ, yoğurt, ayran, peynir, çökelek, ekşimik gibi ürünler yaparlardı. Atalarımızın özel bir maya mantarıyla mayaladıkları keçi ve inek sütünden yaptıkları, hastalıklardan koruyucu kefir adlı içecek, bu yıllarımızda bile kullanılmaktadır. Kısrakların sütünü de sağarlar, kımız adını verdikleri Türk içkisi yaparlar, şölenlerde ve eğlencelerde içerlerdi. Kırkılan yünler yıkanıp eğirilir ve örülmeye başlanır; bazı yün ve keçi kılları karıştırılarak dövülüp keçe yapılır; çadır yapımından, giyim eşyasına, at bellemesinden yatak yapımına kadar bu ürün kullanılırdı. Beslenen ve avlanılan hayvanların deri ve kemiklerinden başta çizme ve kalkan olmak üzere, at eğeri, yay kirişi, ok gövdesi olmak üzere, tarak, bıçak sapı ve kını, Kılıç sapı ve kargı; bu işlerin ustaları tarafından, yeni yetişecek çıraklarla birlikte üretilirdi. Bir Oba veya Oymakta boş gezen, aylaklık eden hiç kimse bulunmaz ve barınamazdı. Kışlaklarda kalan çok yaşlı veya hasta olanlarla, onlara hizmet için kalanlar bile çalışırlar; Maveraünnehir’in verimli topraklarında, başta pamuk ve mısır olmak üzere sebze ve meyve yetiştirirlerdi. Kurdukları tezgâhlarda pamuktan dokumalar yapar; bitkilerden, topraktan ve madenlerden elde ettikleri boyalarla (bitkilerden elde edilen ‘aşıkırmızı kökboyası’ bu günümüzde de kullanılmaktadır) boyarlar ve giyim eşyaları dikerlerdi. Otlak Yurtlarında yaşam, akşam sütlerinin sağılması ve ürün elde edilmesiyle; herkesin üzerine aldığı görevi noksansız yerine getirmesiyle devam eder; eğer keyifler yerindeyse yapılan gece eğlenceleriyle birlikte sona ererdi. Çocuklardan kız olanlar annelerinin işlerine; erkek olanlar da babalarının işlerine yardımcı olurlar; kardeşlerine bakarlar ve yaşları geldiğinde Bilgeler tarafından eğitilip öğretilirler; askeri komutanlardan da talim alarak; çıkacak savaşta görev almaya hazır hale gelirlerdi.

      Boyumuzun Kışlaklarını ve otlak yurtlarını bilen; hangi aylarda nerelerde konduklarını izleyen, komşu ülke tüccarları; deve, at, eşek ve katır kervanlarıyla yüklü gelirler ve yüklü dönerlerdi. Boyumuz insanları, ürettiklerini tüccarların getirdikleri kendilerinde bulunmayan mal ve eşyalarla takas ederler ve gereksinimlerini karşılarlardı. Bu alış verişlerde para kullanılmaz; Boy Beyi, Oymak Beyi veya Oba Beyi ile pazarlık yapılıp mal karşılığı mal verilirdi. Özellikle Çinli tüccarlardan ipekli kumaş, halı, ayna, boncuk, şeker, pirinç; Hintli tüccarlardan baharat, kumaş, yazma, yemeni, inci, boncuk, altın, takı; İranlı tüccarlardan şarap, kuru üzüm, halı, darı, iğne, iplik, hançer, bıçak, kılıç gibi ürünler alınır ve karşılığında; at, yay, ok, kargı, kılıç, kama, kalkan,at nalı, et ve süt ürünleri ile diğer hayvan ürünleri verilirdi. Çevredeki komşu ülkelerden yerleşik düzene geçmiş ve toprak tarımına başlamış olanların çoğu, Horasan ve Maveraünnehir halkının tümü, gereksinimlerini boyumuzdan ve diğer Türk boylarından bu ticaret yoluyla sağlıyorlardı. Boyumuzun her yerleşim birimi, daha önceki sayfalarımızda dile getirdiğimiz gibi, vergilerini veriyor ve erkek kadın ayrımı gözetmeksizin aile bireylerini asker olarak yetiştiriyordu.

      Demir dövenlerin, demiri çelik yapanların ve demirden araç gereç yapanların yerleri ve saygınlıkları ayrıydı. Usta mertebesine yükselenler, çadırdan atölyelerini, at arabaları yardımıyla her yere taşırlar ve işlerine devam ederlerdi. Yanlarına aldıkları; kendi boylarından ve diğer boylardan çıraklarını büyük bir özenle yetiştirirler, ustalıklarının püf noktasını ‘ustalık sırlarını’ en son noktaya (diploma törenine) kadar saklarlar; hak etmeyene sırlarını vermezlerdi. ‘Çeliğe su vermek’ bu sırların önde geleniydi. Kargı, kılıç, kalkan ok ucu, kama, hançer, balta, at nalı, araba tekerlek çemberi, çivi, mıh ve zırh araç ve gereçlerini; Boy Sistemi işlerlik kazandıktan sonra seri halde üretirler; İl (Devlet) askerlerine yetecek kadarını ayırıp diğerlerini de satarlardı.    

       Boyumuza SALUR adını veren yay ve ok yapma sanatıyla birlikte; yay kullanma ve ok atma becerilerini kazandırma öğretme ve eğitme kursları; özellikle Oğuz Kağan’ın önünde yapılan gösteri sonucu, Hun Devleti’nin dört köşesinde ve komşu ülkelerde destan gibi anlatılmaya başlanmıştı. O zamana kadar, ustalar kendi beceri, yetenekleriyle ve uygun gördükleri ölçülerle yay ve ok üretiyorlardı. Bunların kullanılmasıyla da ilgilenen ustalar; ilk kullanma tariflerinden sonra, yay ve oku alanın yeteneğini geliştirmesini istiyor ve ‘YAY ÇEKME, OK ATMA’ ustalığını zamana bırakıyordu. Oğuz Kağan, gösteride kullanılan yay ve okların başkalarından daha farklı olduklarını sezmiş; eline alarak yakından incelemiş ve Göktekin Kazan ile Bilgesinden bilgiler almıştı. Aldığı bu bilgilerin doğruluğunu sınamak için de kendi okçularından birisine, gösteride kullanılan yay ve oku vererek ‘SAL – UR’ komutunu kendisi vermiş ama askeri yay kirişini bile çekmekte zorlanmıştı. Bilgesi Uluğ Türk: ”Gördünüz, yay ve ok yapmak kadar; yay çekmek ve ok atmak da ustalık ve talim istiyor. Ordumuzun düşmanlarından üstün duruma geçmesi bu ustalık ve yapılacak talimler sonucu olacaktır. SALUR Boyu öncümüzdür.” Konuşmasıyla, boyumuza Hun Devleti askerleri için hem yay ve ok üretme, hem de talimle, ‘YAY ÇEKME, OK ATMA’ eğitim ve öğretimini vermişti. Bu olaydan sonra da boyumuzun yaptığı yay ve oklar “Türk Yay ve Okları” adıyla anılır, aranır ve kullanılır oldu. Boyumuz yay ve ok ustaları; yayları, özel olarak seçtikleri ve budayarak yetiştirdikleri akça ağaç ve kızılcık ağacı sürgünlerinden yaparlardı. Sürgünler bilek kalınlığı ölçü alınarak, yerden yarım arşın ( 34-35 cm.) yukarıdan, bir yay boyu uzunluğundan biraz daha uzun, düzeltme payı bırakılarak kesilirdi. Kesilen Akçaağaç veya kızılcık, yarım kavis (yay eğrisi) şekline getirilip bağlanır, soğuk su ile dolu bir kabın içinde üç gün bekletilir, sonra kap ateşe konularak kaynatılır, yumuşayan ağacın kemiğe (yayın sol elle kavranıp, okun yuvasında işaret ve orta parmak yardımıyla tutulup nişan alınan yerine) gelecek tarafı, talaş alevine tutulur, ısınan yay; yay tezgâhı denilen kertikli tahtaya takılır,yay başları meydana getirilerek kınnapla gerilir ve kurumaya bırakılırdı. Kuruyan yaya önce kesilen hayvanlardan elde edilen ve kurutulmasına özel bir ilgi gösterilip sağlamlık ve esneklik kazandırılan sinirlerden (daha sonra deri ve ip kullanılmaya başlanmıştır) kiriş takılır. Sonra okun yayın gövdesine temas ettiği, sol elle tutulduğu yere bir kertik yapılarak hazırlanan yerine (buraya kemik yeri denirdi) öküz ve manda boynuzundan ‘El ve Ok yuvası’ hazırlanırdı. Yay kirişleri, belli aralıklarla yağlanarak esneklik ve dayanıklılıklarını korumaları sağlanırdı. Yay boyu ne kadar uzun olursa o kadar kolay çekilir ama hedefi de zor bulurdu. Bu özelliği inceleyerek ve deneyerek öğrenen boyumuz ustaları, Türklerin boy ölçülerine göre en ideal yay boyunun bir buçuk arşın ( 102 ile 105 cm. arasında) olacağını saptamışlardı. Yay gövdesi kalınlığının hedefi bulmada; yay kirişinin de oku uzağa atmada görev yaptığını,bu nedenle de aralarında uyum olması gerektiğini de keşfeden ustalar, tüm bu bilgileri uygulayarak ürettikleri; ’ Yayı (kirişi) TÜRK gibi (zor, güç) çekilen; oku TÜRK gibi (turnayı gözünden vuran) atılan’ yay ve okları ürettiler ve Tarih sayfalarına ‘Türk yay ve okları’ adını yazdırdılar.

      Ok yapmanın da ayrı bir ustalığı ve inceliği vardı. Boyumuz ustaları, ok yapmaya da TÜRK damgasını vurmuşlar ve Tarihteki yerlerini ‘TÜRK OKLARI’ sayfasında anlatılanlarla almışlardı. Boyumuz ustalarının yaptıkları; kemik gövdeli, telek kanatlı, üç yaprak ( Okun ucu, üçgen prizma şeklinde ve sırtları da keskin yapılmış, delme ve tahrip gücü yüksek) uçlu oklarla Oğuz Kağan önünde yapılan gösteri sonucu çok takdir edilmiş ve bütün ordu için boyumuz tarafından seri olarak üretilmesi,diğer boylardan da eleman alarak yetiştirmesi istenmişti. Daha sonra çeşitli ağaçlardan ve kamışlardan yapılan ok gövdelerinin uçları; önceleri çakmak taşından, daha sonraları kemikten ve en son da demir ve çelikten yapılmaya başlanmıştır. Kullanılan malzemeye ve uçlarına göre; ıslıklı, çavuş, çatal, dikdörtgen, delikli, üç yapraklı, iki dilimli, kemik, sivri, dilimli, üç dilimli ve yassı adları verilen Türk oklarının, başka uluslarda bulunmayan bir özelliği de temrenlerinde (okun sivri ucuyla gövdeye takıldığı yer arasındaki bölümde) temrenle iğne arasında, yuvarlak (bombeli) bir bölümün olmasıydı. Bu bombe okun hedefe şaşmadan gitmesini sağlıyor; güdümlü mermilerdeki gibi ‘güdüm’ görevi yapıyordu. Boyumuzun ok yapma ustaları, demirci ustalarının hazırladığı temrenleri (ok uçlarını), özel olarak budayıp başparmak kalınlığına varınca kesip kurutarak ve şekil vererek yaptıkları ok gövdelerine takmaları; yay kirişi kertiği açtıktan sonra da telek ok kanadı takmalarıyla tamamlanıyordu. Ustalar, kendi oba ve oymaklarının yanı sıra, diğer oba ve oymaklardan gelen çırakları da ustalaştırarak Devletin tüm askerleri için ok üretiyor, fazlalarını da pazarlıyorlardı.

     Yay çekme ve isabetli ok atma talimleri ayrı bir çalışma gerektiriyordu. Usta komutan, kendi yay ve okunu alıp; kursa katılan askerini kendi omuz başında tutarak yönlendirip, ağır ağır verdiği ‘ oku kemiğe tak. Yuvaya yerleştir. Kemiği tutan elinin iki parmağıyla sabitle. Yayını omuz hizasına getirip hedefe doğrult. Hedefi gör ve göz, gez, (başparmağın birinci bölümüne yüzük gibi takılan, tepesi nişan alacak hedefi gösteren nişangâh) arpacık (ok iğnesinin – en sivri ucunun- hedefi görmesi) ayarını yap. Hedefi izle. SAL- UR’ komutlarıyla eğitiyor; belli aşamalardan sonra; yay ve oku askere verip, kendisi askerin omuz başına geçiyor, komutları tekrarlayarak doğru yapmasını sağlıyor, daha sonra komutları çabuklaştırıp; ‘SAL – UR’ kısa komutuna kadar gelip kursu bitiriyordu. Kursu bitiren asker, ‘SAL-UR’ komutunu kendi kendine verip; havaya atılan okun kanadına bağlı kuşu vurunca diploma almayı hak ediyordu. Boyumuz çavuş ve onbaşıları önce kendi mangalarını bu zor kurslardan geçirip eğitiyor ve her birini, başka boylardan kursa gelen askerlerin başına ‘Usta Okçu’ olarak verip diploma alacak düzeye ulaşıncaya kadar çalışıyorlardı.

       Yabani atların ilk defa Orta Asya’da Türkler tarafından evcilleştirilip eğitildiğini tüm tarihçiler kabul ediyor. Bu konuda en başarılı olanların da, Maveraünnehir’de yurt kuran, Saka Türkleri olduğu belgelerle ortaya konuyor. Şu Destanı’nda, bizim Boyumuzun ‘Salur’ adını almadan önce Saka Türklerinin bir boyu olduğu, Orhun Yazıtları ile belgelenmiştir. Bu bulgu ve belgelerden yola çıkarak, Boyumuzun, ‘at evcilleştirme ve eğitimine ilk başlayanı ve en başarılı olanı’ sayılıp kabul edilmesi gerekir. Oğuz Kağan’nın önünde yapılan gösteriyle bu başarı belgelenmiş ve at eğitme görevi de boyumuza verilmiştir.

     Tarihçiler Orta Asya’daki Bozkır Kültürüne ‘At Kültürü’ veya ‘Atlı Göçebe Kültürü’ adını vermişlerdir. Bu kültüre ilk adım atan da boyumuz olmuştur. Daha önceki sayfalarda atın ve atların Türkler için ne kadar değerli olduğunu, kardeşten ileri geldiğini ve önem taşıdığını anlatmaya çalışmıştık. Bu anlatılanların hepsi boyumuz için de geçerlidir ve bu değerlerin çoğu Türklere boyumuz tarafından kazandırılmıştır. Çünkü atları ilk defa evcilleştirip eğiten boyumuz olmuştur. Salur Kazan’ın (Salur Beyi’nin): “At işlemezse er öğünmez, hüner atındır.” Özdeyişi Orhun Yazıtları’na kazınmıştır. Boyumuzda at kutsal sayılırdı. Şaman İnanışına göre; ‘at kurban etmek’ en önemli dinsel törenlerdendi. Boyumuzda Erlik adı kazanılmadan at sahibi olunmazdı. Çünkü Er olmayan at kıymeti bilemezdi. Bir yiğit ölünce atı da öldürülür ve birlikte gömülürdü. Sahibi öbür dünyada da atına binerdi. At bir insan gibi, atın sahibi olan kahraman kişi gibi, boyumuzun üyesi sayılırdı. Bu hak başka hiçbir hayvana tanınmazdı. Boyumuzun insanları atlarıyla böylesine bütünleşmişlerdi. Boyumuz insanı kadar atların dilinden anlayan insan bulunmaz; boyumuz atları kadar da insanların dilinden anlayan atlar bulunmazdı. Konar – Göçer yaşamanın da gereği olarak, boyumuzun tüm insanları; kadın – erkek ayrımı yapılmadan atıyla yatar, atıyla kalkar, atıyla yer, içer, atının üstünde uyur ve gezerdi. Boyumuzun, atların yaşam ve davranışlarını her an yakından izleyen ve gözleyen Bilgeleri vardı. Bunlar atlarla bütünleşen, atların dillerinden anlayan, atlarla konuşan kişiler olmuşlardı. Her atın tayını doğuşundan itibaren elleriyle, kendi öz çocuklarına bakar gibi; bakar, besler, büyütür ve eğitirlerdi. Bu incelemeler ve gözlemler sonucunda Bilgeler, ‘soğukkanlı ve sıcakkanlı’ olmak üzere, atları soylarına göre ikiye ayırmışlardı. Soğukkanlı atlar, araba çekme ve yük taşıma işlerinde kullanılır; çok değerli ve akıllı sayılan sıcakkanlı atlar da binek atı olarak eğitilip öğretilirdi. Türkler; geçimlerini tarım yapan uluslarla savaşarak, onlardan elde ettikleri ürün ve haraçlarla sağlamışlardır. Bu savaşlarda at, büyük rol oynamış; özellikle boyumuz, atı tam bir savaş aracı haline getirmiştir.

       At armağan edilen veya Erlik kazanıp at sahibi olmaya hak kazanan veya at satın almak isteyen Er Kişi; at seyislerinin (at bilgelerinin) yanında en az bir hafta kalarak atıyla anlaşma, konuşma, emir verme, at sürme, atıyla bütünleşme kursuna katılırdı. At, tanımadığı bir kişiyi sırtına almaz ve emirlerini dinlemezdi. Üzengiyi keşfeden ve at yönetmede ilk kullanan da boyumuz olmuştur. Bu yöntem sayesinde, atın dizginlerini tutmadan, savaşlarda her iki elini de kullanarak üzengi ve dizleri aracılığıyla atları yönetmeyi başararak büyük üstünlük sağlamışlardır. At yetiştirme ve eğitme görevi boyumuza verilince, Hun Devleti’nin tüm tayları boyumuza gönderilmeye başlanmış ve seyis olacak kişiler de beraberlerinde gelmişlerdi. Her boyun tayları ve seyis adayları birlikte eğitilip öğretiliyor ve 3 yıl sonra da gönderiliyordu. Bu uzun süreçte hem taylar, hem de seyisler yeterli eğitimi ve öğretimi alarak boylarına dönüyor ve işlerine boylarında devam ediyorlardı.

       Boyumuzun en çok önem verdiğiyse; çocuklar, çocuk sevgisi, çocuk eğitimi ve öğretimiydi. Boyumuz Bilgesi Dede Korkut:”Her çocuk kutsal doğar, kısmetiyle doğar, ailesini, boyunu ve soyunu kutlar.” Özdeyişiyle Orhun Yazıtları’na kazınmıştır. Dede Korkut, kendisinden önce boyumuzda yetişen bilgelerin devamı ve kendisinden sonra gelecek bilgelerin de habercisidir. Tarihte ulaşabildiğimiz boyumuz Bilgesi; GÖKTEKİN KAZAN ile Oğuz Kağan’a giden ve adı yazıtlarda da geçen AKATA BİLGE’dir. Saka Türkleri’nin ŞU DESTANI’nda da, adları yazılı olmayan boyumuz bilgelerinin ‘doğruyu görme’ tutum ve davranışları anlatılmaktadır. Bilgi, görüş ve düşünceleriyle, diğer boyların bilgelerinden üstün duruma geçen ve başta diğer bilgeler olmak üzere, bütün boylardan takdir, saygı ve sevgi gören boyumuz bilgeleri, haklı bir şöhrete ulaşmışlardı. Boyumuz bilgeleri, boyumuz insanlarını eğtip öğretmenin yanı sıra, akıl ve kavrama düzeyleri üstün olan çocukları belirleyerek geleceğin bilgeleri olarak yetiştirmeye başlarlardı. Boyumuz çocukları, kız- erkek ayrımı yapılmadan,7 – 8 yaşlarına geldiklerinde, günün belli saatlerinde, toplu olarak okula gider gibi BİLGE ÇADIRI’na giderler ve o zamanın bilgileriyle donatılırlardı. Boyu, posu, gücü, kuvveti ve akıl düzeyleri de yerinde olan çocukları, zamanında belirleyip, bir kahraman olarak yetiştirme eğitim ve öğretimine başlarlardı. Ergenlik çağına adım attıktan sonra da kızlar ve erkekler, mesleklerini yapmaya yönelirler, bir yandan da da ayrı komutanlar tarafından askerlik eğitim ve talimlerine başlarlardı. Bu eğitim ve talimler ömür boyu sürerken, bilgelerden de yaşlarına göre eğitim ve öğretim alırlardı. Boyumuz insanları, bilgelerinin yetiştirmesi sayesinde, diğer boylar arasında hemen seçilir, öne çıkar, fikirlerini kabul ettirir ve kendilerini saydırırlardı.

     Oğuz Kağan’ın oğlu, DAĞHAN Oğullarının Hanı, DAĞHAN; boyumuz bilgelerinin şöhretini görmüş; babasına ve bilgesi Uluğ Türk’e de anlatmıştı. Oğuz Kağan ve Bilge Uluğ Türk, gösteri için gelen boyumuz kazanı Göktekin’in yanında yer alan AKATA BİLGE ile de görüşerek, derin bilgilerini öğrenmişler; boyumuz bilgelerine ATABEK (ATABEY) unvanı vermişlerdi. Boyumuz bilgeleri bu unvanla; bütün boyların eğitim- öğretim görevinin yanı sıra, Kağan, Han; Bey ve Kazan çocuklarının da ATABEY’leri oluyorlardı. Bilgelerin derecelerine göre, şehzadeler paylaşılıyor ve geleceğin kağanları, hanları, beyleri ve kazanları yetiştiriliyordu. Boyumuz bilgelerine teslim edilen şehzadeler, yılın önemli günlerinde anne ve babasını ziyaret ediyor; bunun dışında kalan zamanları boyumuz bilgeleriyle geçiriyor ve komutanlardan talim, ustalardan da beceri kazanarak noksansız yetiştiriliyordu. Bütün boyların ve halkın çocuklarının boyumuz bilgelerine gelmesi olanaksız olduğu için, diğer boyların bilgeleri de kısa süreli olarak kurslara alınıp iş başına gönderiliyordu. Oğuz Kağan ve Bilge Uluğ Türk tarafından SALUR BOYU’na verilen ATABEY unvan ve görevi, Hun Devleti’nin yıkılmasından sonra da 1300’lü yılların sonuna kadar devam etmiş; Daha önceki bölümlerde anlatıldığı gibi; Padişah I. Murat, oğlu Bayezit ile, Boyumuz Bilgesi ve Beyi AKDEDE’nin torunu; Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın ve eşi Devlet Hatun’un kızı, Gülçiçek Hatunla evlendirmiş; kahraman bir komutan ve bilge kişi olarak gördüğü; Babası AKDEDE’den sonra Boyumuz Beyi olan, Hacı İl Beye’de kızı Melik Hatun’u verip kendisine damat etmiş; Rumeli’yi fethedecek komutanı kendisine bağlamıştı. Oğlu Bayezit’in ATABEY’i de; ölünceye kadar AKDEDE; ölümünden sonra da, AKDEDE’nin küçük kızı Banu Hatun ile evlenmiş olan Çandarzade Ali Bey olmuştu. AKDEDE’in oğlu Hacı İl Bey, Yıldırım Bayezit’in hem dayısı, hem de eniştesi konumundaydı ve kendisine ders veren askerlik hocasıydı. Hacı İl Bey’in oğlu Doğan Bey de; Bayezit ile iki yönlü akraba ve ayni yaşlarda oldukları için de arkadaş olmuşlardı. Saygınlığı herkes tarafından kabul gören, görüşlerine ve boy gücüne değer verilen Boyumuz Beyi’nin; Germiyanoğulları’na gelin verdiği kızı Devlet Hatun’un kızı, Gülçiçek Hatun’la da Yıldırım Bayezit evlenmiş ve boyumuzun eniştesi olmuştur. Boyumuzdaki son ATABEY ise Ahmet Cevdet Paşa’dır. Kendisi hem Vakanüvüslük, hem Atabeylik, hem de vezirlik (bakanlık) yapmış; hem de çok değerli kitaplar yazmıştır. Tarih çok uzun bir süreçtir ve Ahmet Cevdet Paşa; boyumuz, köyümüz ve insanlarımız için son değildir. 

          TÜRKLERİN VE SALUR BOYU’NUN EN BÜYÜK BİLGESİ DEDE KORKUT

    Tarih Baba Diyor ki: Dede Korkut Oğuzlardandır. Maveraünnehir’de Kışlakları; Hazar Denizi’nin Azerbeycan ve Anadolu’ya kadar uzanan çevresinde otlak yurtları olan; konar- göçer yaşayan Salur Boyundandır. Bunun en önemli belgesi, yazmış olduğu 12 Dede Korkut Destanı Öyküsünün 10 tanesinin Salur Boyu ile ilgili olmasıdır. 2 öyküsü de Bayat Boyu ile ilgilidir. Bundan yola çıkarak, Dede Korkut’un Bayat Boyun’dan da olabileceği ileri sürülmüştür. Bu iki öyküyü, Salur Boyu’ndan devlete vezirlik yapmak üzere ayrıldığı yıllarda yazdığı belgelenmiştir. Kaldı ki, Bayat Boyu Doğu Türkistanda, Salur Boyu Batı Türkistandadır ve Batı Türkistanda; Siriderya kıyısında, Derbend yakınlarında, Cebel-i Erbain’de, Ahlat’da Dede Korkut’a ait olduğu söylenen mezarlar vardır. Bu kanıtlar sayesinde Dede Korkut’un Salur Boyu’ndan olduğu sonucuna varılmıştır.

    Dede Korkut, Oğuzların destan niteliğindeki hikâyelerinin ilk anlatıcısı; bu hikâyelerin kahramanı, efsanevi Oğuz Ozanı. “Kitab-ı Dede Korkut Alâ Lisan-ı Taife-i Oğuzân” (Oğuzların Diliyle Dede Korkut Kitabı) nda verilen bilgiye göre, Hz.Muhammed’in Peygamberlik zamanına yakın yıllarda yaşamıştır. Hikâyelere göre, Oğuzlar sık sık O’na akıl danışırlar, gelecekten haber verdiğine inanırlardı. Kopuz çalarak hikmetli sözler söylerdi.

       Tarihi kaynaklarda ve Oğuzname’ye ait metinlerde ve halk söylencelerinde, Dede Korkut’un 295 yıl yaşadığı, Hz. Peygamber’e elçi olarak gönderildiği, Oğuzlar arasında İslâmlığı yaydığı; şair, hâkim, ermiş, kam şahsiyeti taşıdığı, Oğuz Han’a vezirlik yaptığı anlatılmaktadır. Şaman Oğuzlar arasında yaşamış ünlü bir ozan ve kam ( Şaman din adamı) olan Dede Korkut’a ait söylenceler, Müslüman Oğuzlar tarafından İslâm gelenekleriyle birleştirilmiştir. Yazılı belgelerin incelenmesi, tarihlerin karşılaştırılması ve tarihi olayların akışına bakılarak; Dede Korkut’un M.S. 980 – 1060 yılları arasında yaşadığı sonucuna varılmaktadır. Bu sonuca göre Dede Korkut, bizlerin ilk ulaşabildiğimiz dedelerimizden 20 veya 21. si olmaktadır. 1040 yılında, bizim boyumuzun ve diğer Oğuz Boylarının desteği ile Batı Türkistan’da (Oğuzların Üçok adı verilen 12 boyunun olduğu coğrafyada) kurulan Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda adından söz edilen Dede Korkut’un; 1071 tarihindeki Malazgirt Savaşı ve Anadolu’nun Fethi olaylarında hiç adı geçmemektedir. Türklerin gözünde destansı bir kimlik taşıyan Dede Korkut; dilden dile aktarılan sözlü söylencelerle ve destanı söyleyenlerin de kendilerinden bir şeyler katmalarıyla, 295 yaşına kadar yaşatılmıştır denilebilir.

       DEDE KORKUT KİTABI: (Kitab-ı Dede Korkut Alâ Lisan-ı Taife-i Oğuzân) – Oğuzların Diliyle Dede Korkut Kitabı- Müslüman Oğuzların Azerbeycan ve Kuzey Doğu Anadolu dolaylarındaki hayatlarıyla ilgili olan ve İslâmlıktan önceki dönemden izler taşıyan, 12 Destansı hikâyenin toplandığı kitap. M.S. 1400 yıllarının sonuyla 1500 yıllarının sonu veya 1600 yıllarının başı arasındaki yıllarda yazıldığı sanılmaktadır. Bu gün elde bulunan nüshalarının Akkoyunlu Devleti’nin çökmeye başladığı dönemde yazıya geçirildiği ileri sürülmektedir. Hikâyelerde müslüman Oğuzların; Rum, Ermeni, Gürcü beylikleriyle yaptıkları savaşlar, Oğuz Boylarının iç çekişmeleri ve doğaüstü varlıklarla savaşımları anlatılır. Bunlarda ortak kahramanlar bulunması, ayni yer adlarının geçmesi, Dede Korkut’un her hikâyede ortaya çıkması, 12 Hikâyeyi birbirine bağlamakta ve birbirinin devamı halini almaktadır. Bazı hikâyelerde işaret edilen ve okuyucunun bildiği kabul edilerek kısaca anılan olaylardan; ele geçmemiş Dede Korkut Hikâyeleri de bulunduğu sonucuna varılmıştır.

     Dede Korkut Kitabı’ndaki hikâyelerde; destanlaşmış tarih olayları, masal unsurlarıyla birleşir. Anlatılan olaylardan; Oğuzların dini inançları, aile kurumları, ekonomik hayatları, günlük yaşayışları, siyasi teşkilâtları konusunda bilgi edinilmektedir. Dede Korkut Kitabı orijinal yazımının Azeri Türkçesi ile olduğu ve bu gün; Almanya- Dresden Kitaplığında 12 Hikâyelik bölümünün; Vatikan Kitaplığında da 6 Hikâyelik bölümlerinin sergilendiği bilinmektedir. Yer yer belirli vezinleri olmayan ve kafiyesiz, fakat ahenkli (uyumlu) nazım (şiir) parçalarıyla örülen uslûbu (kişiye özgü, anlatım ve yazım biçimi) hareketli ve etkilidir. Dede Korkut’un Dresden Kitaplığındaki ‘el yazması’na dayanan yayımları; 1916 yılında Kilis’li Rifat; 1938 yılında da Orhan Şaik Gökyay tarafından yapılmıştır. 1952 yılında, Ettore Rossi tarafından da Vatigan Kitaplığında bulunan 6 Hikâye dilimize çevrilmiştir. Her iki kitaplıkta bulunan orijinallerden yaralanarak, Dede Korkut Hikâyeleri’nin tümü üzerindeki geniş bir çalışmayı da 1958 yılında Muharrem Ergin’in yapmış olduğu bilinmektedir. 2009’lu yıllara ulaştığımız bu günlerde, bu konuda araştırma, bilgi edinme ve çeviri işlemleri hız kazanmış; bu eserler her yönüyle Türk Edebiyatımıza kazandırılmıştır. Günümüzde bu orijinal yapıtlardan dilimize çevrilen ‘Dede Korkut Hikâyeleri’ ülkemiz kitabevlerinde satışa sunulmaktadır. Özellikle Dede Korkut’un ‘Deli Dumrul’ Hikâyesi, tiyatro oyunu haline de getirilmiş ve yaşamımızdaki çarpıklıkları daha iyi anlatabilmek için ‘Deli Dumrul’ örneği kullanılır olmuştur. Hikâye; “ Salur Boyu’nda yaşayan Deli Dumrul; çok güçlü, kuvvetli, taşı sıksa suyunu çıkaran, hiç kimseden korkusu olmayan bir yiğitti. Bir kuru dere üzerine bir köprü kurdu. Köprünün başına durdu. Geçenden bir akçe; geçmeyenden döve döve 2 akçe alırdı.” Diye başlar ve; Oğuzların İslâmiyeti kabul edişlerinden doğan ‘din değiştirme tedirginliğini ve tek tanrı inancına bağlanmanın ilk aşamalarını’ belirleyip anlatır. Dede Korkut, anlattığı hikâyelerinde; en ilgi çekici bir konuyu seçer ve en insani açıdan ele alarak işler. Önceki bölümde ERLİK adı konmasına örnek olarak özetlediğimiz “Boğaç Han” hikâyesi ve diğerleri hep SALUR Boyumuzla ilgili hikâyelerdir ve kitapçılardan sağlanabilir. Boyumuzun sosyal yaşam özelliklerini merak edenlerin, bu kitapları sağlayarak ayrıntılı bilgi edinebileceklerini düşünerek, daha fazla örneklemelere girilmemiştir.

       

 

               SALUR BOYU’NUN ÖRF, ADET, GELENEK VE GÖRENEKLERİ

    Evlenme çağına gelen genç erkek Tekin; atına biner ve kendisi gibi at üstünde olan; henüz bakışlarıyla anlaştığı, konuşarak değil de bakışarak yapacakları için izin aldığı, sevgilisinin peşinden atını dörtnal sürerek yetişir, başındaki yazmasını alır ve sesinin çıktığı kadar bağırarak: “ Bal Çiçek Kız benim yavuklum oldu. Bu haberi; analarımız, babalarımız. Bilgelerimiz ve boyumuz duysun. Bal Çiçek Kızla evleninceye kadar yazması boynumda kalacak.” Açıklamasını yapar. Eğer Bal Çiçek Kızın gönlü yoksa ve yazması isteği dışında başından çekilip alınmışsa; atını Tekin’in üzerine sürerek: “Gönlümü değil; yazmamı kaptın. Sen, törelerimize göre yanlış yaptın” Diye bağırır ve herkesi durumdan haberdar ederdi. Eğer gönlü varsa ve yazması isteğiyle alınmışsa, atını Tekin’nin atına yaklaştırır ve “Yazmam sende, gönlüm sende. İstetmek sırası da sende kalsın. Bizimkiler sizinkileri çadırımıza alsın.” Diyerek, ayni düşünceleri taşıdıklarını herkese duyururdu.

      Bir Bilge eşliğinde, erkek tarafı kız tarafına giderek ‘kızlarını oğullarına’ ister ve günümüzde olduğu gibi söz keserlerdi. Günümüzden farklı olarak, nişan töreninden sonra, evlenecek gençlerin en az 20 baş koyunu, atı ve birkaç baş sığırı ayrılır ve kendilerinin bakması, gelirlerini alması, çadırlarını yapması için çalışmaları istenirdi. Bu işleri ne kadar çabuk başarırlarsa, düğünleri o kadar çabuk yapılmış olurdu. İki gencin evlenmelerini isteyenler, ürünlerini satın alarak ve kendilerine yardımcı olarak destek verirlerdi. Bir bakıma iki genç; evlenmeden önce takılarını toplarlar ve kendi düğünlerini kendileri yaparlardı. Üç gün üç gece süren şölenli düğünlerde; Ozanlar kopuz çalıp söylerler, kösler vurulur, âşıklar atışır, halaylar çekilir, ciritler oynanır, at yarışları yapılır ve güreşler tutulurdu. Bu yapılanların hepsinin sonunda, Oba ve Oymak Beylerinden verilmesi gelenek olan ödüllerin yanı sıra; ‘kız tarafından olanlar en az bir koyun; erkek tarafından olanlar da en az bir koç’ödülü verirlerdi. Bu ödüllerin koç olanları düğün şöleninde kesilir; koyunlar da yeni ailenin sürüsüne katılırdı.

     Evlenen gençler; kardeşleri, akrabaları ve akranlarıyla anlaşarak ve en az 10 çadır sayısına ulaşarak yeni oba kurarlar ve kendi sosyal yaşamlarına başlarlardı. Kurulan bu yeni oba, eski obalarının denetim ve gözetiminde, oymakların emirlerine uyarak ve konar – göçer kurallarına bağlı kalarak; çocuklarını en fazla olacak şekilde yetiştirmeye, sürülerinin sayısını çoğaltmaya ve gelirlerini arttırmaya çalışırlardı.

      Önceki bölümlerde ‘Köyümüzde Dini Bayram Kutlamaları’ başlığı altında anlatılan “Kız İsteme Şarkılı Orta Oyunu” da bizlere Salur Boyumuzdan ulaşmıştır. “Ne gördün, ne istersin bizim obadan oy, oy. Bizim obadan./ Bir güzel görmüşüz onu isteriz oy, oy. Onu isteriz.” Her halde Köyümüzün Üçüncü Kuşağının tümü ve dördüncü kuşağımızın bir bölümü, bu türkümüzü ve oyunumuzu hemen anımsamışlardır. İşte Salur Boyu atalarımız da kopuz eşliğinde ayni oyunu oynuyorlardı. Bizlere kadar ulaşanlara devam edelim isterseniz: Hani toprak ananın bereketini bizlere daha fazla sunması için kutladığımız, yeşil dalları ve çiçekleri kapılarımıza astığımız, kırklar otunu toplayıp suyuyla yüzümüzü yıkadığımız, koyun ve ineklerimizin 6 Mayıs sabahı verdikleri sütleri komşularımıza armağan olarak sunduğumuz, 5 Mayıs akşamları yakıp alevinden atlayarak dilekler dilediğimiz;geleneklerimiz, örf ve adetlerimiz vardı ya? Hani‘Martufal Çömleği’ vardı, Hıdırellez akşamlarında içine mendil ve mani atılıp, 6 Mayıs Hıdırellez seherinde ‘ikbal’ olarak çekilen? Hani daldan dala savrulan salıncaklarımız vardı, ısırgan otu ile vurulup ‘yavuklun kim’ diye sorulan? Hani bazı mezar ve türbeleri ziyaret edip mum yakmak, adak adamak, dilek dilemek, buralara veya bazı ağaçlara çaput bağlamak vardı ya? Hani uğur getirsin diye evimizin veya iş yerimizin kapısı üstüne at nalı takardık? Hani bebeklerimizin omuz başlarına veya başlıklarına at nalı ve mavi boncuk olan nazarlıklar takardık? Hani şimşek çakınca ve gök gürleyince; Şaman inanışı gereği Gök Tanrının; İslâm Dini inanışı gereği Tek Tanrının (Allah’ın) gazabından korunmak için söylediğimiz (getirdiğimiz) ‘salâvat’ var ya? Hani hepimizin severek yediği tarhana çorbamız var ya? Hani bizim köydeki ninelerimizin; kare şeklinde kesip, köşelerinden katlayarak üçgen haline getirdikleri, kat yerine kıyma koyarak yaptıkları ve adına ‘kulak’(Oğuz Türkçesinde ‘etli hamur’) dedikleri, üzerine sarımsaklı yoğurt dökerek bizlere ziyafet çektikleri; ülkemizde “mantı” adı verilen yiyecek var ya? Hani pastırma, kavurma, sızdırma, sucuk, tuzlama (kemiğinden ayrılmış çiğ eti tuzlayıp atın eğeri ile bellemesi arasına koyarlar; etin hem yumuşamasını, hem suyunun çıkarılarak kurumasını ve hem de bozulup kokmadan korunmasını sağlarlardı), peksimet, kaçamak, kak, yoğurt, ayran, tulum ve diğer peynir çeşitleri, ekşimik, çökelek adı verip yediğimiz besinler var ya? Bunların ve unuttuğumuz diğer besin köklerinin hepsi; bizlere Orta Asya Türklerinden, Oğuzlardan ve Salur Boyumuzdan gelmiştir. Ne büyük bir soy ve ne büyük bir boymuş ki aradan 2.229 yıl geçmesine karşın; örf, adet, gelenek ve görenekleri, beslenme alışkanlıkları ve türleri, özelliklerini yitirmeden, gelişerek günümüze kadar ulaşmış…

    Oğuzlar ve Salur Boyumuz, M.S. 900 ve 1000 yıllarında henüz Müslüman olmamışlardı. Müslümünlığı kabul edinceye kadar, Şamanizm dinine inanmışlar ve bu dinin kurallarını öğreten, uygulayan Şaman veya Kam adı verilen din adamları da sosyal yaşamlarını etkilemiştir. Ölülerini, üzerindeki elbiseleri ve silâhlarıyla birlikte, ev şeklinde açılan bir mezara koyarlar, eline içki dolu bir kap verirler, önüne de ayrıca içki dolu bir kap bırakırlardı. Mezarın üzerine de çamurdan kubbeye benzer bir tepe yaparlardı. Ölü gömüldükten sonra, ölen kimsenin atları kesilerek yenirdi. Buna ‘yuğ aşı’ veya ‘ölü aşı’ denirdi. Bütün Türklerde ve Oğuzlarda olduğu gibi, Salur Boyumuzda da; su, kutlu ve arı ‘temiz’ olduğundan, bu kutsal varlığı kirletmemek için, akan suya girip yıkanılmaz; silinerek veya su dökünerek temizlik yapılırdı. Çamaşırlar ve kirli giysiler yağmur yağdığı zaman dışarı asılır ve kirlerinden arındırılırdı. Oğuz ve Salur kadınları erkeklerden kaçmazlar ve yüzlerini örtmezlerdi. Evlenme sırasında başlık verme geleneği ve kan davası âdeti, Oğuzlarda vardı ama Salur Boyumuzda –yukarıda anlatıldığı gibi- yoktu. Kadınlar büyük saygı görür; ailenin yönetiminde baba kadar söz sahibi olurdu. Boyumuz yönetiminde; Boy Beyi kadar Boy Hatunu’nun da söz ve karar yetkisi vardı. Bu uygulama; oymaklardan obalara ve oradan da aileye kadar ulaşır ve kadın- erkek eşitliği anlayışı içersinde sosyal yaşam sürdürülürdü. Her evlenen çocuk, kendi çadırına ve obasına çıkar; en küçük çocuk ‘Baba Çadırı’nda kalırdı. Bu nedenle; en küçük erkek çocuklara ‘Tekin’ adı verilir ve babanın tüm miras hakları ‘Tekin’e kalırdı. GÖKTEKİN adı; ‘hem gök tanrının, hem de babanın güç ve kuvvetini verdiği’ Erlik Adı anlamını taşıyordu. Ulusal yemekleri; yukarıda anlattığımız; köyümüzde ‘kulak, yurdumuzda ‘mantı’ adı verilen yemekti. Oğuzlar ve Salur Boyumuz erkekleri, genel olarak sakal bırakmazlardı. Buna karşılık saçlarını uzatırlardı. Elbiseleri beyaz yündendi. Siyah renk; bütün Türklerde olduğu gibi, boyumuzda da uğursuz sayılırdı. Oğuzlar, Salur Boyumuzun öncülüğüyle, (kışlakları Maveraünnehir ve otlak yurtları, Arabistan’a yakın olduğu, Araplarla da devamlı ticaret yaparak yakınlık kurdukları için) M.S. 950 ve 1050 yılları arasında İslâmlığı kabul etmişlerdir.

     Tarih Baba, Türklerin İslâmlığı kabul etmeleri konusunda diyor ki: Hz. Muhammed’in elçileri, ticaret nedeniyle tanıştıkları; insani davranış ve kahramanlıklarına hayran kaldıkları Türkleri Müslüman yapmak için büyük çaba harcamışlardır. Türklerden Memun ve Mutasım kardeşlerin Müslümanlığı kabul edip vezirliğe yükselmelerini örnek gösteren Araplar, Tek tanrılı dinin güzelliklerini sıralayıp, Türkleri Şaman Dininden vazgeçirmeye çalışmışlardır. Bu çalışmaları yüz yıla yakın sürmüş; Oğuz ve Salur Bilgeleriyle Arap Din adamları arasında uzun tartışmalara neden olmuştur. Bilgelerimiz, bu zamana kadar olan inançlarından benimsediklerini ve toplumsal olarak yararlı gördüklerini, Müslümanlıkla birlikte devam ettirmek istemişler; Arap din adamları da Hz. Peygamberin buyruklarını öne sürerek bunları kabul etmek istememişlerdir. Bunun sonucunda Türkler, Müslüman olmaktan vazgeçmeye karar vermişler; bu arada Hz. Peygamberden veya o yıllardaki Halifeden bir görüşme daveti almışlar ve Dede Korkut’u beraberinde bir bilge heyeti ile Mekke’ye göndermişlerdir. Burada yapılan görüşmelerden sonra; Türklerin, Müslümanlığa uygun olan örf, adet, gelenek ve göreneklerini yaşayarak İslâmlığı kabul etmelerine karar verilmiştir. O tarihe kadar, yalnız Arap Yarımadası’nın ve Arapların dini olarak kabul edilen İslâmiyet, Türklerin Müslüman olmalarıyla birlikte ‘Cihanşumul’( Tüm Dünya İnsanlarının Kabul Ettiği Din) olmuştur. Bu yıllarda, dünyada herkes kendine göre bir takvim uyguluyor ve olaylara kendi takvimlerine göre tarih düşüyorlardı. Çin Takvimi, Milâdi Takvim, Güneş Takvimi, Ay Takvimi, Rumi Takvim ve Hicri Takvimlerin yanı sıra, Mısır ve Hint takvimleri de kullanılıyordu. Daha önceki bölümlerde üzerinde durulduğu gibi; ayni yıllarda ayni olayı anlatan tarihlerde, (Türklerin Müslüman Olma tarihi gibi) bazı takvimler arasında 100 yıla varan farklar oluyordu. Arapların kullandığı Hicri takvime göre, Hz.Muhammed M.S. 632 yılında ölmüştür. O tarihlerde Oğuz ve Çin takvimi kullanan Oğuzların yazıtlarına göre ise; M.S. 950- 1050 yıllarında Dede Korkut ve Bilge Heyeti, Hz. Muhammed ile görüşmeye gitmiştir. Bu, ayrı takvimlerin kullanılmasından veya Arapçada o yıllarda ‘Halife’sözcüğünün yerine ‘Peygamber Vekili’ yazıldığı noktasından hareketle; ‘Peygamber’ yazılmasından ve ‘Vekil’ sözcüğünün atlanmış olmasından kaynaklanmış olabilir.  

      Tarih Baba; yedi bin yıllık yazılı; bir o kadar da kazılı bilgi ve belgelerini, gelecek kuşaklara aktarabilmek için, eğitim ve öğretim basamaklarına göre, çok ayrıntılı bilgileri özetleyerek vermekte ve ayrıntı isteyenleri bilgi kaynaklarına yönlendirmektedir. Daha iyi bir anlatımla diyebiliriz ki; Tarih Baba, İlköğrenim Çağı için 50, bazen de 100 yılı bir sayfaya; Lise Çağı için 25 veya 50 yılı bir sayfaya sığdırmaktadır. Böyle olunca da Tarih Kitapları, savaşlarla dolmuş bir durum sergilemekte ve okuyanın aklına; ‘o yıllarda insanlar devamlı savaş yapıyor, birbirlerini öldürüyorlarmış’ düşüncesini yerleştirmektedir. Oysa savaşların tarihleri arasındaki zaman dilimine bakıldığında; her kuşağın bir veya en çok iki savaşa katıldığı; bir veya ikisine de tanık olduğu anlaşılır. Bu durum günümüz dünyasında da aynidir. Bizim coğrafyamızda veya dünyanın diğer coğrafyalarında her kuşak bir veya iki savaş yaşamaktadır. 1910 ve 1945 yılları arasında Dünya, olağanüstü bir dönem yaşamış ve 35 yıl içersinde, bizim içinde bulunduğumuz coğrafyada 5 büyük savaşa sahne olmuştur. Köyümüzün İkinci Kuşağı, bu savaşlar sırasında yetişkin (Savaşa katılacak yaşlarda) oldukları için; yaşamları süresince iki değil; beş savaşa katılmış veya tanık olmuşlardır. 1911 – 1912 Birinci ve İkinci Balkan Savaşları, 1914- 1918 Birinci Dünya Savaşı, 1919 – 1922 Kurtuluş Savaşı ve 1939- 1945 İkinci Dünya Savaşı. Köyümüzün kalkınma ve gelişmelerinde, İkinci Kuşağımızın yaşamlarında karşılaştığı ‘ortalama 7 yıla 1 savaş düşmesi’ felâketinin zorluğunu ve Üçüncü Kuşağımızı yetiştirmekte çektikleri sıkıntıların çokluğunu; yaşanan bu savaş dönemlerinin nedenleri olduğunu, daha iyi anlatacağı düşüncesindeyiz.

      Dedelerimizin izine ulaştığımız M.Ö. 220 yılından; Anadolu’ya göç ettikleri M.S.1071 yılına kadar geçen, 1291 yıl içinde, 20 veya 21 DEDE’miz ANAYURT adını verdikleri Batı Türkistan’da, yukarıda sınırlarını çizdiğimiz Maveraünnehir denilen bölgede yaşamışlardır. Tarihçe Öykümüzün başından bu yana geçen ANAYURT kavramı üzerinde de, Anadolu’ya göç etmeden durmamız gerekiyor. Orta Asya Türkleri ve boyumuz, göçebe olarak, konar – göçer yaşıyorlardı. Kış mevsiminde kaldıkları yerlere önceleri KIŞLAK adını veriyor ve baharla birlikte kışlaklardan çıkıp otlaklara gidiyorlar ve buralara da ‘otlak yurdu’ adını veriyorlardı. M.S. 600 – 700 yılları arasında, KIŞLAK’lara ANAYURT adını verdiler.

     Salur Boyumuz, Anayurtları ve otlak yurtları arasında; yukarıda anlatmaya çalıştığımız sosyal yaşamlarını sürdürürlerken; bağlı oldukları Türk Devletlerinin kararları gereği, dış ülkelerle yapılan savaşlara katılmışlar ve sonuçlarından etkilenmişlerdir. Eğer yönetimde olan Kağan, METE (OĞUZ) KAĞAN gibi; güçlü, dirayetli, ileri görüşlü ve kahraman biriyse, gönülden desteklemişler ve yarar getiren yönetimi sürdürmek için canlarını vermişlerdir. Ama yönetimde bulunan Kağan, kötü yönetmeye başlayınca da; başkaldırmaya, iç isyan çıkarmaya, iç savaşlara kadar giderek yönetimde olanı devirmeye ve yerine beğenecekleri yeni bir yönetim getirmeye çalışmışlar; bunda da başarılı olmuşlardır. O zamanki dünya düzeni ve yönetimlerinde, ‘cumhuriyet ve demokrasi; seçme ve seçilme hakkı, seçimle gelen seçimle gelir, sandığı ortaya koyarız, sonuçlara bakıp, istenmiyorsak gideriz’ düşünce ve söylemlerinin yeri yoktu. Tüm dünyada geçerli olan Mutlakiyet yönetimi gereği; güçle, kuvvetle, kahramanlıkla, hileyle, entrikayla… her nasılsa yönetimi ele geçiren; ‘babadan oğula’ yöntemiyle; hem devletin, hem de milletin sahibi oluyor ve bunu sonsuza kadar sürdürmek istiyordu. Dünyadaki bu durum; 1789 Fransa Devrimi’ne kadar devam etti ve ancak bu tarihten sonra toplumlar, seçme ve seçilme haklarını kullanarak, kendi kendilerini yönetmeye başladılar.

     Türklerde, yönetimde bulunan ve kötü yöneten Kağan’a karşı, ilk iç isyan ve iç savaş; Mete’nin, babası Teoman’a karşı gelmesi; O’nu öldürüp yönetimi ele geçirmesi ve ‘Boylar Sistemi’ni kurmasıyla başlamıştı. Mete’nin ölümüne kadar geçen zamanda, kurulan boylar, güç ve yetkilerinin ayırdına varmışlar; kendilerinin onayları alınmadan ve güçlerini yanlarına almadan bir Kağan’ın yönetimde kalamayacağını anlamışlardı. Özellikle 24 Oğuz Boyu, kendi aralarında büyük bir dayanışma ve görüş birliği içinde bulunuyorlardı. Bunun ilk örneğini de Mete’nin (Oğuz’un) ölümünden sonra başlayan kötü gidişat karşısında verdiler ve Hun Devleti’den desteklerini çekip; Oğuz Boyları arasında yer almayan, ama kahramanlık ve iyi yönetimleriyle Bumin Kağan ve İstemihan Kağan’ın öne çıkmalarıyla, Göktürk Devleti’ni kuran boyu destekleyerek; iç savaşta bu boyun yanında yer aldılar. Bu tarihsel olaya bir başka açıdan bakıldığında; Tarihte, Türkler tarafından ilk kurulan Hun Devleti’nin yıkılmadığı, baştaki yöneticilerin (hükümetlerin, iktidarların), kendi halkları (boyları) tarafından savaşılarak devrildiği, yerine gelen yöneticilerin de kendi adlarıyla anılan ‘GÖKTÜRK HÜKÜMETİ’ yerine ‘GÖKTÜRK DEVLETİ’ adını kullanarak tarihte yer aldıkları görülür. Bu durum, ‘Tarihin geçmişinde yer alan 16 Türk Devleti’nin’ kuruluş ve yıkılışlarına bakıldığında açıkça görülür. Bu konuda ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler için gerekli başvuru kaynakları ektedir. Biz, Tarihçe Öykümüzün çerçevesi içersinde kalabilmek için; ilk kurulan Türk Devleti’den verdiğimiz örneği; Osmanlı Devleti örneğiyle pekiştirmek istiyoruz. Anadolu Selçuklu Devlet’i: Türk Tarihinde sık sık rastlandığı gibi; Asya’da çok güçlenerek ve ‘bizden güçlüsü varsa çıksın karşımıza, yoksa biz gidip yeneriz’ düşüncesinde olan, Türk asıllı Moğollar’ın saldırısına uğradı.1243 yılında, Kösedağ’da yapılan savaşta, Anadolu Selçuklu Devleti yenildi. Oysa yıkılan ‘devlet’ değil, ‘hükümet’ti. Moğollar, Anadolu’nun altını üstüne getirerek, talan ederek çekip gittiler. Orta Asya’dan Anadolu’ya göç eden Oğuz Boyları ve diğer Türk Boyları ayakta kaldılar ve bulundukları coğrafyada kendi kendilerini yönetmeye; kendi başlarına ‘hükümet’ etmeye, devletin başında değer verilecek nitelikte yönetici olmadığından, birbirleriyle de sürtüşmelere başladılar. Kendilerini diğer boylardan daha güçlü hissedenler de beyliklerini ‘bağımsızlıklarını’ ilân etmeye başladılar. Oğuzların KAYI BOYU’ da bulunduğu coğrafyada (İznik yakınlarında ve Söğüt civarında) kendi beyliğini ilân etti ve gücünü göstermeye başladı. Osman Bey, ileri görüşlülüğü, aklı ve kahramanlığı sayesinde ünü, önce Anadolu’ya, sonra da Orta Asya’ya (ANAYURDA) yayıldı. . Önce çevresinde olan Bizans yerleşim birimlerine saldırarak, sınırlarını ve ününü genişletti. Diğer Boylar ve Beylikler, durumu dikkatle izliyor, ama kendilerinden daha küçük bir nüfusu olan Osmanlı Beyliği’nin başarılı olacağına inanmıyorlar veya başarılı olmaması için her türlü karşı çıkışta bulunuyorlardı. Sonunda inananlar savaşmadan, inanmayanlar savaşta yenilerek Osmanlı Devleti’ni (Hükümetini- iktidarını) desteklediler veya bir daha boyluk kuramayacak bir biçimde dağıtıldılar. Osmanlı Tarihinde bu olaya ‘Anadolu Birliğini Sağlama’ adı verilir. Bu ayni zamanda; daha ileride göreceğimiz gibi, Orta Asya’dan gelen Oğuz Boylarının ve diğer boyların ‘koşulsuz her türlü desteğini sağlama’ anlamına gelir. Osmanlılar; Boyların desteğini aldıktan ve Anadolu Birliği’ni kurduktan sonra güçlü devlet olmuşlar; Avrupa fetihlerine çıkarak; Tarihteki Osmanlı İmparatorluğu’nu kurmuşlardır.

      Osmanlı Devleti, uyguladığı akılcı bir siyasetle; Oğuz Boylarına ve bu boyların evlenme ile olan akrabalık ilişkileri sonucu kurulan Anadolu Beyliklerine saldırmak yerine, Bizans ve Avrupa’ya saldırmıştır. Bunun sonucunda sağladığı boş toprakları da Anayurt’tan ve Beyliklerden gelen Türklere açmıştır. Bu siyasetiyle, Anadolu Beylikleri arasında süren kavga ve savaşlara katılmamış; herkesin takdirini toplayan bir taktikle, küffara saldırmıştır. Dinen de sevap sayılan ve bu savaşa katılanları Gazi yapan bu uygulama sonucu; kardeş kavgasından kaçan tüm boylar Osmanlı çatısı altında toplanmış ve en güçlü konuma gelerek asıl amacına ulaşmıştır. Önce Avrupa’da gücünü kanıtlayan Osmanlı; kendine güvendiği anda da Anadolu Beyliklerine yönelmiş; kendisine katılanları içinde eritmiş; katılmayanları da savaşarak yenip; parçalamış, dağıtmış ve bir daha Boy veya Beylik kuramaz hale getirmiştir.

      Tıpkı Boyumuzda olduğu gibi; Salur Boyumuzu toprak vaat ederek davet etmiş; Bursa’nın alınışında kullanmış, kendilerine Karacabey Ovasını vermiş ve sonrasında da: ‘Burası sizin hepinize uygun değil, daha verimli topraklar Avrupa’da’ diyerek bir kısmını alıp başka yerlere sürmüş, savaşlarda kullanmış ve Balkanlara yerleştirerek boyumuzu birleşemez bir biçimde parçalamıştır. Diğer Boy ve Beyliklerin başına gelen de aynidir. En güçlü Anadolu Beyliği olan ve bünyesinde 14 Oğuz Boyu barındıran; merkezi Konya olan Karamanoğlu Beyliği; önce içten yıkılarak içindeki boyların Osmanlı’ya katılmaları sağlanmış; her katılan savaşçı boylar, hiç vakit yitirilmeder Rumeli’ye geçirilerek savaşa sürülmüş ve fethettikleri toprakların sahnibi yapılıp, bir daha birleşmelerinin önüne geçilmiştir. Daha sonra da zayıflayan Karamanoğlu Beyliği yenilmiş ve ayni sonuçla karşılaşmıştır. Bu nedenle; Rumeli ve Balkanlara gidip fetheden ve yurt edinip 500 yıl yaşayan insanların çoğu Anadolu’dan; geri kalanları da Ortaasya’dan gelen Oğuz Boyu Türklerindendir.

     Osmanlı, kendi hanedanını güvenceye almak için bununla da yetinmemiş; Oğuz’un kurduğu Boy ve Soy Birliği’nin etkisini ve gücünü kırmak için; gerek Anadolu’da ve gerekse Rumeli ve Balkanlarda; dine dayalı tekke ve zaviyeler açmıştı. Buralara da halk önderliğinden ziyade din önderliği yapacak derviş, ermiş, veli, imam, din üleması, savaş gazisi gibi kişiler görevlendirerek, kendilerine ayrıcalıklı toprak bağışında bulunmuş ve istediği gibi kullanmaya başlamıştı. Artık Boy ve Soy Birliği ortadan kalkmış; insanlar din yasaları ve din adamlarının kuralları içinde yaşayan ve körü körüne inanan ‘ÜMMET’ yapılmıştı. Din (mezhep ve tarikat) ve 72 buçuk milletin bir araya getirdiği bir devlet yapısında, insan tanımını anlatan ‘tebaa’-uyruk- (Osmanlı’nın kayıtsız şartsız koyduğu yasalara boyun eğen ve bağlı olan insanlar) birliği kurulmuş ve herkes padişaha KUL olmuştu. Bunun adına da Osmanlı denilmişti. 1300’lü yıllara gelinceye kadar Türk adı ön plânda tutulurken, bu tarihten sonra ‘BOY’, ‘SOY’ gibi, ‘TÜRK’ tanımı da söylenmesi yasak, hor görülen ve utanılacak bir tanım olarak kabul görmüş ve 623 yıl ağızlara alınmaması; dillerde dolaşmaması için gereken her önlem alınmıştı. Bu kadar sıkı bir baskıya rağmen, 1789 Fransız Devriminden sonra, dünyada esen milliyetçilik ve ulusçuluk rüzgârının önüne geçilememiş ve TÜRK adı, gerçek değeriyle söylenmeye başlamış; Kurtuluş Savaşı sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti ile de tarihte hak ettiği yere taşınmıştı.

 

                              TARİHTE KURULMUŞ 16 TÜRK DEVLETİ

       Tarih Baba diyor ki: Tarihsel bulgu, belge ve araştırmalar; bu zamana kadar 16 Türk Devleti’nin kurulduğunu göstermektedir. Bu devletler aslında yıkılıp, yerine bir başka devlet kurulmuş değildir. Tarihin o dönemlerinde beğenilmeyen devlet yöneticilerini değiştirmek; demokrasi ve seçimlerle mümkün değildi. İktidarı (devleti) ele geçiren güçlü kişi; kadrosunu kurar, babadan oğla iktidarı devreden ‘Hanedanlık Sistemi’ içersinde, sonsuza kadar hüküm sürmek isterdi. Kötü yönetimler karşısında halk; bağlı oldukları Boy Sistemi ile kötü yönetimleri değiştirme, düşürme, iktidardan uzaklaştırma yöntemlerini; silâh gücüyle yapar ve yerine; en çok kahramanlık gösteren boyun beyini iktidara getirirdi. Türklerde bu süreç; tarih boyunca 16 kez işlemiş ve aslında devletler yıkılmamış; iktidarda olan yönetim yıkılmıştır. Ama iktidara gelen de kendi adını kullanarak devleti adlandırdığı için de; sanki yeni bir devlet kurulmuş gibi bir izlenim doğmuştur. Tarihte yer alan 16 Türk Devleti’nin kuruluş ve yıkılışları incelendiğinde, bu durum açıkça görülür.

      Türkiye Cumhuriyeti Devleti de; Osmanlı Devleti’nin devamı olan ve O’nun mirası üzerinde yer alıp; Mutlakiyet ve sonrasında yarım yamalak geçilen Meşrutiyet yönetimlerini; gelişen ve değişen dünya gerçeklerine göre değiştirip; Cumhuriyet ve Demokrasi Yönetimi getiren bir konumdadır. Bu yönetim biçimi sayesinde, iktidar babadan oğla ‘Hanedanlık Sistemi’yle değil; halkın kullandığı oylarla seçilenlerin iktidara geldiği bir sistem ‘Cumhuriyet ve Demokrasi Sistem’i kurulmuştur. Bu sistem sayesinde artık; beğenilmeyen iktidarlar silâh gücüyle değil; oy gücüyle değiştirilmekte ve demokrasi işletilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Osmanlı’nın devamı olduğunun en çarpıcı örneği, Osmanlı’dan kalan borçların Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından “bu borçlar bizim borcumuzdur’ anlayışıyla ödenmiş olmasıdır.

      Özet bir cümleyle: Osmanlı Devleti yıkılmamış; Osmanlı Hanedanı iktidardan düşürülüp yeni bir yönetim biçimi olan Cumhuriyet ve Demokrasiye geçilerek; egemenliğin kayıtsız koşulsuz halkta olduğu kabul edilmiş ve halk kendi kendini yönetmeye başlamıştır.

       Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en yüksek makamı, Cumhurbaşkanlığı’dır. Cumhurbaşkanlığı’nın forsu üzerinde hepimizin dikkatini çeken ve Tük Bayrağı sol üst köşesinde yer alan bir arma vardır. Bunun taşıdığı anlam, Tarih boyunca kurulmuş olan Türk Devletlerini anlatmasıdır. Bu forsun anlamını inceledikten sonra ’Tarihte Kurulmuş 16 Türk Devleti’ni incelemek; çok daha yerinde olur düşüncesindeyiz.

      “ Cumhurbaşkanlığı Forsu; pek çok anlam, motif ve değeri bünyesinde barındırmakta; yüzlerce yılın birikimini, tarihteki Türk topluluklarını, dolayısıyla, Türk birliğini ve Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil etmektedir.

        Forsun boyutları 30 x 30 cm’dir. Türk Bayrağı üzerine “Cumhurbaşmanlığı Arması” olarak işlenmiştir. Ay yıldız olmaksızın ya da Türk Bayrağı üzerine işlenmeksizin; yalnızca güneş ve çevresindeki 16 yıldızdan oluşan bölüme “Cumhurbaşkanlığı Arması” denilmektedir. Armanın ortasında güneş, bunun çevresinde ise 16 yıldız bulunmaktadır. Güneş; sonsuzluğu ve dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni, 16 yıldız ise tarihteki bağımsız 16 Büyük Türk Devleti’ni simgelemektedir.

       Bunlardan Osmanlı İmparatorluğu’nun 20 milyon kilometrekare, Büyük Hun ve Göktürk İmparatorluklarının 18 milyon kilometrekare, Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun ise 10 milyon kilometrekare yüzölçümüne ulaştığı, çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir.

       Piri Reis Haritası dâhil, haritalarda yer alan pusulalarda 16 ayrı yönü gösteren uçlar bulunur. Türklerin bu simgelere verdikleri değer; Türk Mitolojisi’ndeki örneklerden de anlaşılmaktadır. Oğuz Destanı’nda yaratılış ve kökeni ile ilgili olarak; “Oğuz Han’ın ışıkla gelen altun kazılık kız ile yaptığı evliliğinden, Gün, Ay ve Yıldız isimli oğulları doğmuştur” denilmektedir.

      İlk Türk toplulukları zamanındaki inanca göre, dünya kozmik suların ortasında dört yöne çevrilmiş, dört ya da sekiz köşeli bir yüzey olarak düşünülüyordu. Gök, yerin üzerinde duran kubbe idi ve 28 dilime ayrılıyordu. Her dilimde bir yıldız grubu vardı. Gök kubbenin tepesindeki Kutup Yıldızı, Gök Tanrı’nın makamıydı. Bunun tam altında, yerin merkezindeki dağda, imparatorun köşkü ve sarayı vardı. Bu sarayın doğusundaki ve batısındaki dağlar ise güneş ve ayın makamıydı. Güneş ve ayın ortasında duran kimse, parlaklığın en üst aşamasında olup; Kün – ay sembolüne sahipti. Dolayısıyla hükümdarlık rumuzuydu. Güneş ve ay rumuzları, hükümdarların elbiselerine ve mezarlarına da resmedilirdi.  

   Hunlar ve Göktürkler döneminde GÜNEŞ, genellikle ALP’lik ve HÜKÜMDAR’lık rumuzu olarak görülmüştür ve AY’dan daha önemlidir. Uygurlara gelindiğindeyse, Ön Asya kökenli dinlerin de etkisiyle, AY’ın daha fazla önem kazandığı görülmektedir. Uygurlar; Mani ve Buda dinlerini benimsedikten sonra; ‘Gök Tengri’ye ‘Ay Tengri’ demeye başlamışlardır. “…Ay Tanrı’da kut bulmuş…” sözünden de anlaşılacağı üzere, Uygur Hükümdarları, Ay Tanrı’nın ‘KUT’ vermesiyle hükümdar olduklarına inanıyorlardı.      

       Gazneliler, Karahanlılar, Selçuklular, Harzemşahlar, Anadolu Selçukluları ve sonra kurulan kimi küçük devletlerin mekûkâtında (madeni paralarında) da hilâl ve yıldız sembolü görülmektedir. Örneğin, Selçuklu Devleti Hükümdarı Tuğrul Bey, sikkelerinde (madeni paralarında) hilâl ve yıdızı kullanmıştır. Yine Anadolu Selçukluları sikkelerinde de hilâl ve yıldıza çok sık rastlanır. Osmanlılar ise bu sembolleri; bayrak, (sancak) ve forslarında kullanmışlardır.

      Topkapı Sarayı Müzesi silâh salonunda, 10165 numarada kayıtlı, 400 x 250 cm boyutlarındaki sancağın ortasında bir zülfikâr işlenmiştir. Zülfikârın ortasında 8 münhani (eğri) daire, zülfikârın kabzesi altında da iki tarafa kıvrılmış yılanbaşları vardır. Uçkurluğa yakın olan yerde, hilâl ortasında 16 şualı (ışınlı) bir yıldız ve güneş rumuzu vardır.

     Yine Topkapı Sarayı’nda, 824 numarada kayıtlı 400 x 250 cm boyutlarında ve âlemindeki yazıdan Yavuz Sultan Selim’e ilişkin olduğu anlaşılan sancakta da benzer motifler yer almaktadır. Sancağın tam ortasında bir zülfikâr ve zülfikârın ortasına, Allah ve etrafına sekiz tane ‘Ya Burhan’(kanıt) ifadesi girift (girişik) olarak yazılmıştır. Zülfikârın kabzesi altında iki tarafa kıvrılmış yılanbaşları ve kabzesi üzerinde hilâl ve yıldız vardır. Sancağın uçkurluk kısmının sağ ve sol taraflarında; büyük kıt’ada (bölümde) üçer hilâl, hilâllerin ortasında da 16 şualı yıldız vardır. Bunlardan başka, daha küçük kıt’ada 16 daire ve içinde 16 şualı güneş ve yıldız motifine yer verilmiştir.

       Yukarıdaki bilgilerden de anlaşılacağı gibi; GÜNEŞ, YILDIZ ve AY çok eski dönemlerden beri Türkler tarafından kutsal sayılmış; devlet – ulus tümlüğünü, bağımsızlık düşüncesini, ulusun ve devletin egemenliğini temsil eden bayraklarda, simge olarak kullanılmıştır.

       1922 yılında; Türkiye Büyük Millet meclisi Hükümeti tarafından, saltanatla birlikte, saltanata özgü bayrak da kaldırılmıştır. Abdülmecid’in bir buçuk yıl süren halifeliği sırasında; yeşil zemin, ortasında kırmızı bir daire ve bu dairenin çevresinde beyaz ışınların bulunduğu bir fors yapılmıştır. Bu fors da 3 Mart 1924’te hilâfet ile birlikte kaldırılmış; ancak, imparatorluk dönemindeki bayrak korunmuştur.

     1922 tarihli bir fotoğrafta, İzmir’e giderken Atatürk’ün otomobiline, bu günkü Cumhurbaşkanlığı Forsu’na benzer bir flâmanın takıldığı görülmektedir. Ancak; bu fotoğrafın dışında, Cumhurbaşkanlığı Forsu’nun, bu günkü biçimiyle, ilk kez hangi dayanağa bağlı olarak ve hangi gerekçelerle kabul edildiği ve kullanılmaya başlanıldığına ilişkin, resmi bir kayıt ve belge saptanamamıştır.

     Cumhurbaşkanlığı Forsu’nu resmî anlamda düzenleyen ilk belge, 22 Ekim 1925’te çıkarılan ‘Sancak Talimatnamesi’dir.” Bu talimatnamede bütün ayrıntı ve özellikler sıralanmış ve 29 Mayıs 1936’da çıkarılan 2994 sayılı Türk Bayrağı Kanunu ile birleştirilerek yasal dayanaklara bağlanmış ve günümüze ulaşmıştır. Bu dayanaklara göre:

      “Cumhurbaşkanlığı Forsu’daki güneşin Türkiye Cumhuriyeti’ni; 16 yıldızın ise, bağımsız Türk devletlerini temsil ettiği görüşünü ilk kez, 1969 yılında, Harita Yüzbaşı Akib Özbek;’Türkiye Cumhurbaşkanlığı Forsu ve Taşıdığı Anlam’ isimli kitabında ortaya koymuştur. Bu görüş, izleyen yıllarda kabul görmüştür. Bunun dışında, özellikle 16 yıldızla ilgili olarak başka görüşler de dile getirilmiştir. Bir görüşe göre, 16 yıldızdan ) 9’zu eski (Orta Asya) Türklerin sancaklarında kullandığı 9 tuğu, 7 yıldız ise, Anadolu Türklerinin sancaklarında kullandakları 7 tuğu temsil etmektedir. Böylece 9 + 7 toplamından 16’ya ulaşılmış olmaktadır.”

       Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nden edinilen yukarıdaki bilgilerden varılan sonuç: Cumhurbaşkanlığı Forsu da; Tarihte kurulmuş bağımsız Türk Devletleri’nin devamı olan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne miras olarak geçmiştir ve korunarak kullanılmasına devam edilmektedir.

      CUMHURBAŞKANLIĞI FORSU ÜZERİNDE YER ALAN 16 TÜRK DEVLETİ

    Cumhurbaşkanlığı Forsu’nu bir saat kadranı gibi izlemeye başlar ve saat:12 noktasındaki 1. yıldızdan yine saat yönüne doğru hareket ederek 16. yıldıza kadar gelirsek:

1.Yıldız: Büyük Hun İmparatorluğu (M.Ö. 204- M.S. 216 yılları arasında; Orta Asya’da, Teoman tarafından kurulan ve oğlu Mete Han (Oğuz Han) tarafından’Boy Sistemi’ oluşturularak İmparatorluk haline gelen ilk Büyük Türk Devleti. Oğuz Han 35 yıl süren iktidarından sonra, devleti oğulları arasında paylaştırarak kenara çekildi. Oğulları da; Batı Hun, Doğu Hun, Ak Hun gibi adlarla devletlerini (iktidarlarını) devam ettirdiler ve Göktürkler tarafından yıkıldılar.)

2.Yıldız: Batı Hun İmparatorluğu (M.S. 48 – 216 yılları arasında, Oğuz Han oğullarından birinin başına geçtiği Türk Devleti.)

3.Yıldız: Avrupa Hun İmparatorluğu (M.S. 375 -469 yılları arasında, Oğuz Han’dan ayrılıp Batı’ya göç eden Türk Boyunun, Attilâ’nın önderliğinde; bu günkü Macaristan’ın bulunduğu coğrafyada kurduğu ve sınırlarını İstanbul’dan İtalya’ya kadar genişlettiği Türk Devleti. Günümüzde bile Macaristan’ın Avrupa Devletleri ‘nde adı ‘Hungarya’dır.)

4.Yıldız: Ak Hun İmparatorluğu (M.S. 420 – 552 yılları arasında, Oğuz Han oğullarının birinin başına geçtiği Türk Devleti.)

5.Yıldız: Göktürk İmparatorluğu (M.S. 552 – 745 yılları arasında Orta Asya’da; Hunların yıkılmasıyla yerine kurulan büyük Türk Devleti’nin ve bu devleti kuran Türk Ulusu’nun adı.)

6.Yıldız: Avar İmparatorluğu ( M.S. 565 – 835 yılları arasında, Hunlar’dan sonra bir Türk İmparatorluğu kuran kavim (boy). İlk Avar Devleti 3 – 6. Yüzyıllar arasında Orta Asya’da kuruldu. 5. Yüzyılda Çinlilere yenik düştü.6. Yüzyılda da Göktürkler tarafından yıkıldı.)

7.Yıldız: Hazar İmparatorluğu (M.S. 651 – 983 yılları arasında, Volga Irmağı ile Kırım arasında İmparatorluk kuran bir Türk topluluğu (boyu).Hazarlar, yarı göçebe, yarı yerleşik boylardan oluşmuştu. Yazın kırsal alanlarda; kışın kentlerde otururlardı. Hazarlar Museviliği kabul etmişlerdi. Son yıllarda yapılan araştırmalar; Doğu Avrupa Musevileri’nin Hazarlar’ın devamı olduğu kanıtlarını kuvvetlendirmiştir.)

8.Yıldız: Uygur Devleti (M.S. 745 – 1368 yılları arasında, Göktürk Devleti’ni yıkarak kurulan bir Türk Devletidir. İç Asya’nın bozkırlarında; Orhun, Selenga ve Tala ırmaklarının kenarlarına ve vadilerine kurulmuştur. Kırgızların saldırısına uğrayarak yıkılmıştır.)

9.Yıldız: Karahanlılar Devleti ( M.S. 940 – 1040 yılları arasında, Türkistan’da kurulan ilk Müslüman Türk Devleti. Samanoğullarını yıkarak devleti kurdular ve Selçuklular tarafından yıkıldılar. Karahanlılar zamanında, Türk dilinin ilk edebi anıtları yazıldı. Divan-ı Lugat-ı Türk (Kaşgarlı Mahmut), Kutadgu Bilig (Yusuf Has Hacip), Atabetül Hakayık (Edip Ahmet) tarafından yazılan ve bu gün bile değerlerini koruyup, okunan yapıtlardır. )

10.Yıldız: Gazneliler Devleti (M.S. 962 – 1183 yılları arasında, Karahanlıların yıkılışıyla iktidara gelen, Gazne’yi alıp burada ‘Gazneliler Devleti’ni kuran Türk kökenli bir hükümdar ailesi. Selçuklular tarafından yıkılmıştır.)

11.Yıldız: Büyük Selçuklu İmparatorluğu ( M.S. 1040 – 1157 yılları arasında, kurulmuş bulunan büyük Türk İmparatorluğudur. Oğuzların Kınık Boyu’ndan Dukakaoğlu Selçuk Bey tarafından kurulduğu için ‘Selçuklu İmparatorluğu’ adını almıştır. Oğuz Boylarını bir araya getirip Gaznelileri yıkarak devleti kurmuş ve adını vermiştir. İran’ı, Arabistan’ı, Anadolu’yu ve Asya’nın büyük bölümünü içine alan, zamanının en büyük devleti olmuştur. İmparatorluk o kadar çok büyümüştür ki; devletlere ayırmak zorunda kalınmış ve Selçuklu İmparatorluğuna bağlı: Anadolu Selçuklu Devleti, İran Selçuklu Devleti, Kirman Selçuklu Devleti, Irak Selçuklu Devleti, Suriye Selçuklu Devleti gibi devletlere ayrılmıştı. Bunların arasında en uzun ömürlü olan, Anadolu Selçuklu Devletidir. Moğollar tarafından yıkılan Anadolu Selçuklu Devleti’nin yerine Osmanlı Devleti kurulmuştur.)

12.Yıldız: Harzemşahlar Devleti ( M.S. 1097 – 1231 yılları arasında kurulmuş Türk Devleti. Harzem; Orta Asya’da Aral Gölü’nün güneyinde, Amuderya Irmağı’nın aşağı yöresine denir. Harzemşahlar Devletini; Selçukluların buradaki valisi Anuş Tigin ile oğlu Kutbettin Muhammed kurdu. Bu hükümdarlar Selçuklulara bağlıydı. Cengiz Han tarafından yıkıldı. )

13.Yıldız: Altınordu Devleti (M.S. 1236 – 1502 yılları arasında; Cengiz Han’ın torunu Batu Han tarafından kurulmuş, Doğu Avrupa’da yaşamış Türk- Moğol Devleti. İslâm kaynaklarında “Kıpçak Hanlığı” diye anılır. Batu Han, devletin sınırlarını, batıda Karpatlara kadar genişletti. Doğuda sınırlar; Urallar, güneyde Karadeniz ve Hazar Denizi, kuzeyde Kuzey Rusya’ya kadar uzanmıştı.)

14.Yıldız: Büyük Timur İmparatorluğu (M.S. 1368 – 1501 yılları arasında, Timur Lenk ‘Aksak Timur) tarafından kurulmuş Türk Devleti ve İmparatorluğu. Timur ve Cengiz Han ayni soydandır. Timur; Barlas Boyu Beylerinden, Emir Tugay’ın oğludur. Gençliğinde, bir savaş sırasında ayağından yaralanarak aksamağa başladığı için, ‘aksak’ anlamına gelen ‘Lenk’ sözcüğü ile birlikte adı anılmaya; ‘Timur Lenk’ denilmeye başlanmıştır. Çağatay Hanlığı’nı ele geçirdikten sonra güçlenen Timur; Kaşgar Hanlığı’nı yıktı, Harzem, Horasan, İran ve Azerbaycan’ı egemenliği altına aldı. Hindistan’a seferler düzenledi, büyük bölümünü aldı, ordusunda ilk defa filleri kullandı. Bağdat’ı, Halep’i ve Şam’ı aldı. Anadolu’nun ortalarına kadar ilerleyerek Sivas’ı yakıp yıktı. 1402 yılında, Ankara Savaşı’nda Yıldırım Bayezit’i büyük bir yenigiye uğratıp; Bayezit’in zehir içerek intihar etmesine neden oldu. İzmir’e kadar bütün Anadolu’yu ele geçirdikten sonra, başkent Semerkant’a döndü.1405 yılında Çin’e düzenlediği bir sefer sırasında hastalanarak öldü ve yüz yıl sonra devleti yıkıldı.)

15.Yıldız: Babür İmparatorluğu ( M.S. 1526 – 1858 yılları arasında Hindistan’da kurulan büyük Türk Devleti. Avrupalılarca ‘Büyük Moğol İmparatorluğu’ denir. Kurucusu baba tarafından Timur’un; ana tarafından Cengiz Han’ın torunu Babür Şah’tır.)

16.Yıldız: Osmanlı İmparatorluğu ( M.S. 1299 – 1922 yılları arasında, Anadolu Selçuklu Devleti’nin sona ermesi üzerine, bağımsızlıklarını ilân eden Oğuz Boyları arasında yer alan; Osmanlı Beyliği tarafından kurulmuş Türk Devleti ve İmparatorluğudur. 623 yıl, babadan oğula geçen ’Hanedanlık Sistemi’ yönetimleri sayesinde iktidarda kalmıştır. Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları içersinde yer alan ve 20 milyon kilometrekareyi bulan toprakların sahibi olmuştur. Akdeniz ve Karadeniz ‘in etrafı Türklerin eline geçmiş ve bu iki denize Türk Gölü denilmeye başlanmıştır. Gelişen sanayi ve teknolojinin dışında kaldığı için zayıflayan ve Avrupa Devletlerinin tümünün saldırısına uğrayan Osmanlı Devleti 1922 yılında sona ermiş ve yerine, 29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur.)

    Türkiye Cumhuriyeti Devleti için 17. Yıldız yoktur. Bunun yerine; ortada yer alan GÜNEŞ sembolü vardır ve bu; sonsuza kadar devam edecek olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin simgesi olmuştur…

     Yukarıdaki Türk Devletleri’nin bazıları; Tarihçe Öykümüzde yer almış ve destanlarla birlikte üzerlerinde durulmuştur. Diğerleri hakkında ayrıntılı bilgi edinmek isteyen okurlarımız, ekte verilen veya kendi bulguları olan bilgi kaynaklarına başvurabilirler. 

       Bu gerekli açıklamalardan sonra, Tarihçe öykümüze kaldığımız yerden devam ederek, Salur Boyumuzun tarihsel sürecini izleyelim. Boyumuzun İslâmiyeti kabul ettiği ve Dede Korkut’un yaşadığı yıllarda, Boyumuzun Beyi Salur Kazan’dı. (Salur Bey) Boyumuzla ayni adı taşıyan Salur Kazan; çok kahraman, çok iri cüsseli, güçlü, kuvvetli, taşı sıksa suyunu çıkaran, gözünü budaktan sakınmayan, yüzden fazla düşmana kendi başına saldıran gözü kara bir beydi. Dede Korkut Hikâyeleri’nin çoğunda yaptığı kahramanlıkları anlatılan Salur Kazan; beyliği zamanında; boyumuza yapılan soyguncu, haydut ve düşman saldırılarıyla mücadele etmiş; boyumuzda yetişen Deli Dumrul gibi gözü pek yiğitlerle oluşturduğu Boy Ordusu, tüm düşmanları yenerek, Salur Boyu’nu herkesin çekindiği bir boy haline getirmiştir.

       Oğuz Boyları, Anadolu’ya göç etmeden önce, Gazneliler’i beğenmemişler ve yönetimden uzaklaştırmak için, M.S. 1040 yıllarında; Salur Boyu’nun komşusu olan DENİZHAN Oğullarının KINIK BOYU’ndan, herkese örnek olan iyi boy yönetimi ve kahramanlığı ile öne çıkan, DOKAK KAZAN’nın (Erlik Adı: Demir Yaylı) nın oğlu SELÇUK BEY’i desteklediler. Büyük Selçuklu Devleti’nin kurulmasına destek verdiler. Bu destek sayesinde Gazneliler’i devirdiler. Yeni yönetime (hükümete) Kınık Boyu Kahramanının adını vererek Selçuklu Devleti adını koydular. Devlet yönetiminde görev aldılar. Bu zamana kadar kurulan devletlerde, Oğuz Boylarının yanı sıra, diğer boylar da bulunuyordu. Ama Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda, gelişmesinde ve imparatorluk haline gelmesinde, yalnız 24 Oğuz Boyu görev aldılar. Büyük Selçuklu İmparatorluğu; 24 Oğuz Boyunun kendi güçleriyle kurdukları bir devlet olmuştu. Bu nedenle, boyumuz da içlerinde olmak üzere, Selçuklu Devleti’ne sonuna kadar sahip çıkıp ayakta durmasına çalıştılar. Batı Türkistanda nüfus artmış, beslenen ve bakılan hayvan sayıları çoğalmış ve otlaklar yetmez olmaya başlamışlardı. Türkler, bu yıllarda İslâmiyeti de kabul etmişler ve yeni dinleriyle birlikte, yeni bir sosyal yaşama adım atmışlardı. Dinimizce kutsal sayılan yerlere yakın olmak istiyorlardı. İlk müslüman olan ve bu düşünce içinde bulunan Türklere ‘TÜRKMEN adı verildi. Daha sonraki yıllarda ise, yerleşik düzene geçmeyi reddeden ve konar- göçer yaşamaya devam edenlere TÜRKMEN denmeye; bu günümüzde de YÖRÜK diye anılmaya başlandı. Bu sosyal gelişmeler ve istekler karşısında Selçuklu Devleti; doğuya ve batıya doğru akınlar düzenleyerek, yeni otlak alanları bulmaya ve devletin sınırlarını genişletmeye girişti. Doğuda Çin Seddi’ne kadar; güneyde Arabistan içlerine kadar giderek, Müslümanları himayeleri (korumaları) altına aldılar. Batıda da Anadolu’nun Eskişehir, Kütahya, Uşak, Bilecik civarlarına kadar geldiler; Bizans İmparatorluğu’nun ensesinde solumaya başladılar ve dönmemek üzere yerleştiler. Karşılarına çıkan Bizans Ordusuyla 3-4 kez savaştılar ve yendiler. Orta Asya’ya ANAYURDA haber göndererek, yeni otlaklara gelmelerini, otlak yurdu olarak Anadolu’yu devamlı kullanmalarını istediler ve askeri güçlerini de çoğaltarak, 1060 yıllarından itibaren, korkusuz bir şekilde, Anadolu kendilerinin olmuş gibi yaşamaya başladılar. Artık Oğuz Boylarının başında olanlara KAZAN değil, BEY deniyordu. Oğuz Beyleri, otlak yurdu olarak geldikleri yerlerde; verimli ve sulak toprakları, güzel yapılı kentleri görünce, yarı tarım – yarı göçebe yaşamaya ve yerleşik düzeni benimsemeye başladılar. Kış gelince, Beyler ve yakınları kentlerde kalıyor, diğerleri Anayurda dönüyor ve baharla birlikte tekrar geliyorlardı. Birkaç yıl sonra da çoğunlukla gitmemeye ve Anadolu’da Kışlamaya başladılar. Artık Anadolu, Türklerin otlak yurdu olmaktan çıkmış; hem Kışlak, (ANAYURT) hem de otlak olmaya başlamıştı. Özellikle Batı Türkistan’da yaşayan Türkler, Anadolu’yu benimsemişlerdi. Bizim Salur Boyumuz, Selçuklu Devleti kurulmadan önce de Anadolu’nun Kuzey Karadeniz Kıyılarını; Yeşil Irmak dolaylarını, Muş ovası yanlarını otlak yurdu olarak kullanıyorlardı. Ama tam güvenceleri yoktu. Başta Bizans olmak üzere, her an kendilerine saldıracak düşmanlara karşı tetikte duruyorlar ve huzursuz oluyorlardı. Selçuklu Devleti gücü sayesinde bu huzursuzlukları ortadan kalktı ve Salur Boyu da, daha önce gelmiş olduğu tanıdık Anadolu coğrafyalarını kalıcı yurt edinmeye başladılar…

   

              

           26 AĞUSTOS 1071 MALAZGİT SAVAŞI VE ANADOLU’NUN FETHİ

   

      Türkler; 1050 yıllarında ve Selçuklular zamanında, Boylar halinde Müslümanlığı kabul etmişlerdi. Bu sırada Selçuklu Sutanı Tuğrul Beydi. Müslümanlığa geçtikten sonra ‘Kazan’ların ‘Bey’ unvanı almasının yanı sıra, ‘Kağan’lar da ‘Sultan’ unvanını almışlardı. Tuğrul Beyin oğlu olmadığı için, 1063 yılında ölümünün ardından, kardeşi Çakır Beyin oğlu ALPARSLAN, Selçuklu Sultanı oldu.

   Batı Türkistan’daki Oğuz Boyları, özellikle 1040 yılından itibaren Anadolu’yu yurt edinmeye başladıktan sonra; sosyal yaşamları, görüş ve düşünceleri, çoğalan nüfusları ve besledikleri hayvan sayılarıyla Orta Asya’nın Batı Türkistan bölümüne ve Maveraünnehir’e sığmamaya başlamışlardı. Doğu Türkistan’a gitmeleri; oradaki Boyların haklarına saldırı kabul edileceğinden söz konusu değildi. Kaldı ki, sosyal yaşamları Doğu Türkistan’da yaşayan Oğuz Boylarından çok çok öndeydi. Oysa Anadolu, her yönden kendilerine uygun bir konumdaydı. ‘Yeni Yurt’ ları Anadolu olmalıydı. Kurulmasına büyük emek verdikleri ve yönetiminde de görev aldıkları “Oğuz Boylarının Kurduğu” Selçuklu Devleti’nin, Selçuk Bey’den sonra Sultanları olan Tuğrul ve Çakır Beyler de buna hak vererek ve ordularının bir bölümünü, saldırıları önlemek ve Türklerin güvenliğini sağlamak amacıyla Anadolu’ya gönderdiler. Anadolu fethedilmemişti, ama Selçuklu Ordusunun karşısına çıkan her askeri güç ve ordu yenilgiye uğradığı için, güvenli bir yurt olmuştu.      

    Alparslan Sultan oluncaya kadar, birkaç yıl iç kargaşalıklarla geçince; Anadolu’ya güvenlik ordusu gönderilememişti. Bunu fırsat bilen Bizanslar ve diğer devletler, Anadolu’daki Türklere saldırmaya, mallarını talan etmeye, kovmaya ve öldürmeye başlamışlardı.

    24 Oğuz Boylarının Beyleri, Sultan Alparslan ile bir toplantı yaparak bu durumu dile getirdiler ve ‘Güvenlik Ordusu’nun yine gönderilmesini istediler. Sultan Alparslan daha da ileri giderek: ”Artık güvenlik ordusu yetmez. Güvenlik Ordusu gidecek, ama arkasından biz de Selçuklu Ordusuyla Anadolu’ya ve Arap Yarımadasına gideceğiz.24 Oğuz Boylarımızın Beyleri, kendi askerlerini hemen hazırlasın ve yanımda yer alsın. Anadolu’yu fethetmenin ve topraklarımıza katmanın zamanı geldi. Bunu Selçuklu Devletini kurduğumuz gibi, yine hep birlikte başaracağız” konuşmasını yaptı ve herkesi sevindirdi.

      Bütün Boylar gibi, Salur Boyumuz da başlarında ALPTEKİN BEY olmak üzere, Anadolu Seferi’ne büyük bir istekle hazırlanıyordu. Boyumuz askerleri; ok atma ve ata binme konularında çok üstün olduklarından; ok taburlarının ve süvari birliklerinin en kilit noktalarında görev yapıyorlardı. Alptekin Bey, bin bin kişilik okçu ve yaya savaşçısıyla, iki bin kişilik süvari birliğini; her gün talim yaptırarak ve en iyi şekilde yetiştirerek savaşa hazırlıyordu. Her boy, kendi getirdiği askerinin yiyecek ve içeceğini kendi karşıladığı için de beraberlerinde canlı hayvanlarıyla birlikte bir üç bin kişi daha levazım hizmetlerini karşılamak için peşlerinden gelmek üzere hazırlık yapıyordu.

     Sultan Alparslan bir taraftan Anadolu Seferi için hazırlık yaparken, diğer taraftan da komutanlarını kumanda ettikleri 5’şer bin kişilik süvari ordularıyla ‘talim etmeleri ve Anadolu’yu daha yakından tanımaları’ amacıyla gönderiyor ve: “ Kentleri yakından inceleyin; süvari gücünüzün yetip de alabileceklerinizi beni beklemeden alın. Komutan ve yeteri kadar asker bırakın, bayrağımızı da kale burçlarında dalgalandırın. Kaleleri ve orduları güçlü kentleri belirleyin. Nasıl saldırabileceğimizin araştırmasını yapın. Onları birlikte alırız”        

görev emrini veriyordu. Bu görev emriyle hareket geçen süvari orduları, Anadolu’yu bir baştan bir başa dolaşarak; alabilecekleri kentleri alarak ve güçlü yerleri nasıl alabileceklerinin plânlarını yaparak 1071 yılına geldiler.

      Sultan Alparslan, iyi silâhlanmış 4 bin hassa (sultanın özel askeri) ordusuna; 24 Oğuz Boyunun oluşturduğu 40 bin Atlı Süvari Ordusu’nu ve çok iyi ok atıcı ve savaşçılarından oluşmuş 6 bin yaya ordusunu katarak; yaklaşık 50 bin kişilik Selçuklu Ordusu ile Anadolu Seferi’ne çıktı. Ermenistan, Azarbeycan, Kars, Erzurum ve civarından başlayarak, bu zamana kadar alınmamış kentleri almaya; arkasını güvence altına alıp güneye; Malazgirt, Van, Ahlât, Urfa gibi kentleri aldıktan sonra, batıya doğru devam etmeye karar verdi…      

       Bu durum, Bizans İmparatorluğunun hiç hoşuna gitmemişti. Bizans İmparatoru Romen Diyojen; Batı Roma İmparotorluğundan ve kendisine yakın gördüğü, parasal olarak yardım ettiği Avrupa Ülkelerinden aldığı asker desteğiyle kurduğu 200 bin kişilik ordusunu; asılları Türk olan ve bu nedenle Türklerin savaş tarzlarını iyi bilen; Avrupa’ya daha önce gelip yerleşmiş; Hırıstiyanlığı kabul etmiş; Bizans toprakları içinde olan veya komşu bulunan Peçeneklerden ( Bulgarlardan), Kıpçaklardan, Doğuda Türklerle sınır yaşayan ve onları iyi tanıyan Ermenilerden, Gürcü ve Abhazlardan; dahası, Orta Asya’daki Türk Boylarından ayrılıp, Karadeniz’in kuzeyinden (Rus topraklarından) geçip, Avrupa’ya gelen ve Selânik Kentini yağma eden, Uz’lardan, (Oğuz Türklerinden ama Oğuz Boylarından değil) sağladığı 20 bin paralı askerlerle güçlendirerek; Türk Ordusunu yenip, Türkleri Anadolu’dan kovmak üzere; 13 Mart 1071 tarihinde sefere çıktı. Bizans’tan (İstanbul’dan) üç gün süren görkemli bir uğurlama töreniyle sefere çıkan Bizans Ordusu, bu zamana kadar görülmemiş bir büyüklükteydi. Kuzeye ve güneye doğru yayılarak bütün Anadolu Yarımadası’nı kaplayan Bizans Ordusu; Otlak yurtlardaki Türkleri öldürerek, önlerine katarak, kaçırtarak ve mallarını da yağma ederek ilerleyip Türk Ordusu’nu aramaya başladı. Romen Diyojen; önünden kaçan Türklere bakarak: “ İşte görüyorsunuz. Ordumuzun önünde hiçbir güç duramıyor. Türk Ordusu nerede? Ünlü Alparslan nerede? Bizim ordumuzdan korktular ve kaçtılar” demeçlerini vererek ilerliyordu. Alparslan’nın Urfa Kuşatmasına gitmeden önce aldığı Malazgirt Kalesini geri alan ve Selçuklu Ordusu’nun 50 bin askerlik olduğunu öğrenen Romen Diyojen bu cesaretle: “ Türkler üç gün içinde karşımıza çıkmazsa; Büyük İskender gibi, Orta Asya’ya gidip yeneceğim” diye övünmeye başlamıştı…

       Bu sırada Urfa’yı kuşatmış bulunan Selçuklu Devleti Sultanı ALPASLAN, Bizans Ordusu’nun geldiği haberini alınca, en hızlı hareketle Malazgirt Ovası’na gelip, Bizans Ordusu’nun önünü kesmek istedi. Öncüleriyle Bizans Ordusu’nun kamp kurduğu yeri öğrenip, bir gün sonra, tam karşılarında yer alacak şekilde kamp kurmak üzere, ordusuna manevra yaptırdı. 24 Ağustos 1071 Çarşamba günü, her iki ordu birbirine karşı vaziyet almış bir şekilde birbirini ölçüp tartmaya başlamıştı. Bu çabukluğu ile Romen Diyojen’i şaşırtan Sultan Alparslan; İslâm Dini Kuralları gereği; 24 Ağustos 1071 Çarşamba günü, Romen Diyojen’e Halife Elçisi Kadı İbnül Muhelban başkanlığında, Komutanı Savtekin’i ve bir Türk Heyetini göndererek: “Dinimizin bir vecibesi olarak, barışın her yönü denenmedikçe savaş yapılmaz. Allah’ın bu emrini sizelere de hatırlatmak ve kan dökülmesini önlemek için barış teklifinde bulunuyorum” yazılı ve sözlü fermanını gönderdi.

       Bizans İmparatoru Romen Diyojen, okuduğu fermandan başını kaldırıp Türk Heyetini süzerken içinden: ”Ordumuzun gücünü gördüler. Yenileceklerini anladılar. Dinlerinin arkasına sığınıp barış yapmaya; akılları sıra beni kandırmaya çalışıyorlar. Ben, bu kadar büyük ve güçlü bir orduyla gelmişim. Türklerin kökünü Anadolu’dan kazımadan geri dönmem” düşüncelerini geçiriyordu. Sözlü olarak iletilen barış önerilerini de küçümseyen bir tavırla dinledikten sonra: “Barış önerisini siz değil, ancak çok güçlü olan ben yapabilirim” diyerek, barıştan yana olmadığını söyledi ve Halife Elçisi Kadı İbnül Muhelban’a dönerek:   “Bu savaşı kazandıktan sonra biraz dinlenmek istiyorum. Söyle bakalım, benim ve atlarım için en iyi yer, Türklerin Isfahan Şehri mi, yoksa Hamedan Şehri mi dir?” Diyerek, amacının buralarını da almak olduğunu ima etti. Türk Heyeti bunun üzerine, yerinden kalkıp gitmeye yönelirken, hazır cevaplığıyla da çok ünlü olan Halife Elçisi, eliyle heyeti yerinde tuttuktan sonra İmparatora dönüp: “ Atlarınız için Hamedan iyidir.(Sizi yenip atlarınızı alacak ve Hamedan’a götüreceğiz) Size gelince, onu bilmiyorum. (Siz sağ kalır mısınız? Onu ben değil, Alpaslan bilir)” yanıtını yapıştırdı. Verilen yanıttan ve Türk Heyetinin gülümsemesinden hiç hoşnut olmayan İmparator: “Rum ülkelerine yapılanları, İslâm ülkelerine yapmadan geri dönmem” diye öfkeli bir ses tonuyla haykırarak, heyetin barış isteğini geri çevirdi. Bunun anlamı savaştı…

     Barış isteğinin geri çevrilmesini öğrenen Sultan Alpaslan çok üzüldü. Müslüman olduktan sonra Bilge olarak yanına aldığı İslâm Uleması Abdülmelikoğlu Ebu Nasr Muhammed’e üzüntüsünü söyleyince, Büyük İslâm Âlimi: “ Sen, hem Allah’a, hem de insanlara karşı görevini yaptın. Bütün İslâm âleminin kalbi ve duası seninle ve askerinledir. Dini koruyanın yardımcısı Allah’tır. Zafer bizimdir” diyerek kendisini teselli etti.

       Artık savaş kaçınılmaz hale gelmişti. Sultan Alpaslan, 25 Ağustos 1071 Perşembe günü sabah saatlerinde; tüm komutanlarını ve Bilge kişilerini yanına alarak, yarın savaşın geçeceği Malazgirt Ovası’nı inceleme ve savaş plânı hazırlıkları için, ovayı kuş bakışı gören yüksek bir tepeye çıktı. Doğu Anadolu’nun Süphan Dağları uzantısı üzerinde ve 1.665m. Yükseklikte bulunan Malazgirt Kenti’nin hemen yanında yer alan Malazgirt Ovası’nın, Kuzeybatısından Murat Suyu geçiyor ve ovayı suluyordu. Güneyde de Süphan Dağı uzantısı olan dağlarla Van Gölü’nden ayrılıyordu. Dağ etekleri ve ovanın başlangıcı, bu dağlardan inen akarsularla yarılarak yer yer yayla görünüşü alıyor ve akarsular tarafından yarılan dağ uzantısı tepeler, ovanın doğusunda yer alıyordu. Ovanın batısı ise dümdüz uzanıyordu. Alparslan ve Ordusu, Malazgirt Ovası’nın kuzeydoğu tarafına yerleşerek mevzilenmiş ve kamp kurmuştu. Bizans Ordusu ise Van Gölü kıyısındaki Ahlât kentini merkez yapmış ve 12 km. uzakta olan Rahva (Zahva) Ovası’na da ordusunu yayarak kamp kurmuştu. İki ova arasında dağ olmadığı için, Malazgirt Ovası’ndan bakınca, her iki ordunun da kamplarının birbirine ok atımı mesafesinde olduğu görülüyordu. Sultan Alpaslan, Salur Boyu Komutanı Alptekin Bey’e doğru dönüp bütün komutanlarına düşüncesini açıkladı : “ Hep ok atmak ve hedefi vurmakla övünen Salur Boyu askerleri hazır mı? Şu ilerideki tepelerin üzerine gidip düşmanın üzerine ok yağdırıp vuramazlar mı? Bütün gece düşmanı uykusuz tutup yarınki savaşta güçsüz olmalarını sağlamazlar mı?” Alptekin Bey: “Emir Sultanımızındır!” Diye selâmını çakıp giderken Alparslan: “Dur! Daha bitmedi. Bu emrim hem sana, hem de diğer komutanlaradır. En yaman süvarilerimiz; gün boyunca sağdan ve soldan yıldırım hızıyla çıkıp; düşman üzerine varmadan ve takiplerine aman vermeden ok atıp okçularımıza destek veremezler mi? Süvarilerimiz ve askerlerimiz gece boyunca tekbir sesleriyle, boru ve kös sesleriyle, alevli oklarıyla düşmanların moralini yıkamazlar mı? Akşam karavanasından sonra tüm komutanlarımla otağımda yapacağımız toplantıya; bu günkü talim raporlarınızı da getirmiş olun” diyerek sözlerini tamamladı ve herkesi görev başına gönderip; incelediği ovaya göre savaş plânını hazırlamaya koyuldu.

      Sultan Alparslan’nın emirlerini alan boyumuz beyi Alptekin ve diğer beyler, derhal uygulamaya geçtiler. Bin Salur okçusuna katılan üçbin okçu; Bizans Ordusunu yüksekten gören tepelerin en önde olanlarına yaklaşabildikleri kadar yaklaştılar ve ok atışlarına başladılar. Her atılan ok hedefini buluyor, asker veya atı yaralıyor, öldürüyor, savaş dışı bırakıyordu. Durumun farkına varan düşman komutanları, okların atıldığı yerlere müfreze göndermeğe çalıştı, yağmur gibi yağan oklar yüzünden başarılı olamadı. Başka yöntemler aramaya çalışırlarken, Türk Süvarileri yıldırım hızıyla, beklenmedik yerlerden ortaya çıkıp’ALLAH! ALLAH!’ sesleriyle oklarını atmaya; sayısız kayıplar verdirip, geldikleri gibi beklenmedik şekilde ortadan kaybolmaya başladılar. Bir süvari taburuna ok atmaya çalışan Bizans Askerleri, diğer yönden gelen süvarilerin ve tepelerin üzerindeki okçuların hedefleri olmaya başladılar. Gün ve gece boyu devam eden bu akınlara; kös ve boru sesleriyle; tekbir sesleriyle atılan alev okları da eklenince; Bizans Ordusu’nun huzuru kaçtı ve moralleri çok bozuldu. Onlar da gece çan çalarak, ‘HURRA! HURRA!’ diye naralar atarak Türk Askerlerinin morallerini çökertmeye çalıştılar.

        Akşam karavanasından sonra, tüm komutanları ve Bilgeleri otağında toplayan Sultan Alpaslan : “ Bu bizim savaş divanımızdır. En yetkili karar organımızdır. Burada herkes konuşacak, düşüncesini; çekinmeden, açıkça söyleyecek ve savunacaktır. Bu toplantı ve savaş boyunca hepimiz rütbesiz askeriz. Bu nedenle, kimsenin kimseden çekinmesine ve alınmasına gerek yoktur. Birlikte en doğru kararı alıp uygulayacak ve kanımızın son damlasına kadar savaşacağız. Bulunduğumuz yüksek tepeden, güneş batmadan ovaya bakarak hem konuşalım, hem de savaş plânımızı yapalım” Diyerek, herkesi otağının dışına davet etti. Türk Ordusunda o zamanın en büyük kumandanları olarak isim yapmış; kahramanlıklarıyla ün salmış; Savtekin, Alptekin, Sanduk, Afşin, Süleyman Şah, Atuntaş, Atsız, Aksungur, Danişment, Artuk, Saltuk, Çavlı, Çavuldur, Mengücek, Gevherayin, Porsuk, Bozan gibi 24 Oğuz Boyu’nun Beyleri vardı. Hep birlikte; akarsular, tepeler, yükseltiler, düzlükler gözden geçirildi. Gündüz yapılan akınlarda, ova konusunda edinilen bilgiler değerlendirildi. Herkes açıkça düşüncelerini dile getirdi. Düşman Ordusunun sayıca çok olmasından kimsenin korkusu yoktu. Herkes bir Türk Askerine kaç düşman askeri düştüğünün hesabını yapıp; “Her Türk Askeri 5 düşman askerini öldürdüğünde savaşı kazanırız. Her askerimize bunu söyler, savaşa böyle başlarız. Zafer kendiliğinden gelir” düşüncesini vurguluyordu. Bu zamana kadar kazanılan savaşlarda, yalnız Türklere özgü olarak uygulanmış olan altı değişik ‘Savaş Plânı’ vardı. Bu plânları birer cümleyle anlatmak gerekirse: 1.- Gece baskın plânı. 2.- Vur- kaç plânı. 3.- Düşmanı peşinden sürükle ve yen plânı. 4.- Çembere al ve yen plânı. 5.- Yenilmiş gibi yap ve kaç. Düşman yağmaya başlayınca saldır ve yen plânı. 6.- Ordunun merkez kanadını süvariye ayır, düşman saldırınca hızla geri çekil. Düşmanı okçu ve süvarilerinin beklediği dar bir vadiye sürükle ve yok et plânı. Yarınki savaşta bu plânların hangisinin veya hangilerinin uygulanabileceği; eğer uygulanamıyorsa yeni bir savaş plânı yapmaları gerektiği konularında görüşmelere geçildi. Coğrafi özellikler göz önünde tutularak ve Bizans Ordusu’nun bu plânı bilmediği de hesaba katılarak “4 No’lu Savaş Plânı” nın uygulanmasına karar verdiler. Bu plânın amacı; düşman ordusunu hissettirmeden çembere almak ve yok etmekti. Bunu sağlamak için, ordunun önemli ve güçlü bölümleri, ikiye ayrılıyor ve düşman tarafından görülemeyecek tepeler ardına gizleniyordu. Ordunun ön ortasında yer alan ve savaşı başlatan bölüm zayıf tutuluyor ve düşmanın bu bölüme saldırması özendiriliyordu. Orta bölümün yine düşman tarafından görülmeyen arkalarında ise güçlü bir kuvvet hazır bekliyordu. Düşman ordusu,orta bölümdeki ilk saldıran gücün zayıflığına ve geri çekilmesine kanıp: ‘Türkler bozguna uğramak üzere. Bütün kuvvetimizle orta bölümdeki Kağan’ın, Sultan’ın (Başkomutanın) bulunduğu bölüme yüklenelim. Başkomutan ölünce veya esir olunca savaşı kazanmış oluruz’ diye tüm kuvvetlerini orta alanda toplayıp saldırıyor, Türkler de plân gereği yeteri kadar geri çekilerek, yanlardaki kuvvetlerin, düşmanların arkasındaki çemberi kapatmalarına zaman hazırlıyordu. Önce sağ ve soldaki süvari ve yaya birlikleri düşmanın arkasını çeviriyor, kaçmalarının ve karargâhlarına gitmelerinin önünü kesiyor; sonra da orta bölüm kuvvetleri, arkalarında bulunan güçlü kuvvetlerin de savaşa katılmasıyla, düşmana amansızca saldırıya geçiyordu. Geri çekilmekte olduğunu sandığı Türk Ordusunun birdenbire üzerlerine çullanmasıyla şaşkına dönen düşman ordusu, geri çekilmek ve bir yerde mevzilenmek istediğinde de çemberin farkına varıyor ama artık iş işten geçmiş; savaşı kaybetmiş oluyordu. (Bu savaş plânını, Yıldırım Bayezit, boyumuz akıncı ve yaya askerleriyle 1396 yılında Niğbolu Meydan Muharebesinde de başarıyla uygulamıştı.) Düşmana göre, Türk Ordusu çok iyi mevzilenmişti. Bulundukları alanda yer alan tepeler, çember için görev yapacak askerleri gizleyecek durumdaydı. Kimin, hangi komutanın ve hangi askerlerin nerelerde görev alacakları tek tek belirlendi. Çember kapandıktan sonra verilecek işarete; savaşın düşmanın beklemediği bir zamanda başlatılmasına kadar, her şey konuşuldu ve yatıldı. Görevli birlikler düşmanın moralini bozmaya devam ettiler…

      26 Ağustos 1071 Cuma sabahı, güneşin doğmasına yakın, düşman tarafında bir hareket meydana geldiği, gözcüler tarafından bildirildi. Tüm ordu saldırıya hazır bir durum aldı. Düşman ordusu kampının sağ tarafından hızla hareket eden, 10 bine yakın atlı ve yaya askerler Türk tarafına doğru, önlerindeki üç atlı askerin beyaz bayrak sallamalarıyla ve hızlı hızlı geliyorlardı. Durum kısa sürede anlaşıldı. Bizans Ordusunda paralı asker olarak görev yapan Peçenek ve Uz kıtalarının yarısı :”Biz soydaşlarımıza karşı savaşmayız. Gidip yanlarında yer alırız” diye karara varmışlar ve Bizans Ordusu saflarını bırakıp, Türk Ordusu saflarında yer almak için, Bizans Ordusunun daha uykuda olduğu sabahın erken saatini seçmişlerdi. Bu Türk Ordusunda büyük bir sevinç ve coşku yaratırken, düşmanın moralini de daha çok bozdu. Genellikle güneşin doğuşundan bir, iki saat sonra başlatılan meydan savaşları gereği; Türk Ordusu, teyakkuz durumuna geçmiş, saldırmaya hazır; Bizans Ordusu’nun savaşı başlatmasını bekliyordu. Oysa devamlı gözlenen 200 bin kişilik Bizans Ordusunda; savaş düzeni alınmış, hücum safları yerini almış, her an saldırmaya hazır bir görünüm vardı. Gün öğleye yaklaşmasına karşın savaşı bir türlü başlatmıyordu. Türk Ordusunda sinirler yay kirişi gibi gerilmiş, saldırıya hazır kuvvetler zaptedilemez bir duruma gelmişti. Bir karar verilmesi ve uygulanması gerekiyordu. Tüm gözler ve kulaklar Sultan Alpaslan’daydı…

    Alpaslan bütün kumandanlarını toplayarak görüştü. Tüm ordu topluca Cuma namazını kıldı ve Alpaslan hepsine şöyle seslendi: “ Ey askerlerim ve kumandanlarım! Savaşı biz başlatmış olmamak için saldırmıyoruz. Sabahtan beri düşmanın saldırmasını bekliyoruz. Onlar savaş istiyorlar, ama savaşı başlatmıyorlar. Daha ne kadar biz azınlıkta ve düşman çoğunlukta olmak üzere, böyle bekliyeceğiz? Ben, kendim, Müslümanların mimberde bizim için dua etmekte oldukları bu saatte, düşmanın üzerine atılmak istiyorum. Bu savaşı bizim istemediğimize Allah şahittir. Bu gün burada ne emreden bir sultan, ne de emri alan bir asker vardır. Bu gün ben, sizlerden biriyim ve sizlerle birlikte savaşacağım. Allah yardımcımız olsun. Üzerime giydiğim bu beyaz kaftan, şehit düşersem kefenim olsun. Zafer bizim olacaktır. Daha şimdiden gördüğüm gazanız mubarek olsun!” Tekbir sesleri arasında askerlerin arasından ilerleyip kumandanlarıyla bir araya geldi. Savaş Plânı gereği; Salur Boyu Alptekin Bey’in de olduğu süvarilerin 15 bin kadarını sağ kanattaki tepelerin ardında; 15 bin kadarını sol kanattaki tepelerin ardında çevirme kuvveti olarak görevlendirmişti. Kendi hassa ordusuyla ve katılan üç bin kişiyle merkezin önünde yer alacağını söylemiş, merkez ortanın arkasına da saldırgan süvari birlikleriyle, çok iyi ok atan Salur Boyu okçu birliklerini görevlerdirmişti. Düşmanın çember içine alındığının haberini verecek gözcüler de, ovayı kuş bakışı gören yüksek bir tepenin üzerindeki yerlerini almışlardı. Bu görev bölüm denetiminin ardından Alpaslan; bir nefer gibi atının kolonunu sıktı, kuyruğunu bağladı, yayını atarak eline bir topuz aldı ve atına binip: “Hücuuum!” Emrini verdi.

       Allah! Allah! Allah! Naraları ile saldıran Türk Askerleri; çok istekli gibi görünüp düşmana çullandı. Ok atışlarının ardından, kılıçlarla göğüs göğse çarpışma başladı. Süvariler her tarafa yetişip zor durumda olan yayalara da yardım ediyorlardı. Sultan Alpaslan, beyaz atında beyaz kaftanıyla bir sembol gibi örnek oluyor; askerlerinin coşkusuna coşku katıyor ve savaşı yönetiyordu. Düşmanın orta bölümünde bir çekilme belirdiği anda Alpaslan’ın bir işaretiyle Türk Ordusu’nun merkezi yavaş yavaş geri çekilmeye ve düşmanın gücü karşısında tutunamayacağını anlatan bir biçimde davranamaya başladı. Baş Kumandan olarak, ordusunun merkezinde yer alan Romen Diyojen bu durumu görmüştü. Derhal sağ ve sol kanatlara da emir vererek ‘Türk Ordusunun çökmek üzere olduğunu; herkesin tüm güçleriyle merkeze yüklenmesini’ emretti. Türkler, plân gereği, yavaş yavaş geriye çekiliyor ve düşman ordusunun tümünü çemberin içinde kalacak şekilde peşinden sürüklüyordu. İstenilen oldu ve Türk Ordusu’nun sağ ve sol kanatlarının çemberi tamamlayıp birleştiklerini bildiren işaret gözcüler tarafından boru sesiyle bildirildi. Birden Malazgit Ovası’nı; gök gürültüsünü andırın boru ve kös sesleri ile Allah! Allah! Allah! Savaş nağraları sardı. Orta Merkezin arkasındaki en saldırgan süvari birlikleri yıldırım gibi düşmanın üzerine çullandı. Savaşı kazandığını zanneden düşman ordusu; beklenmeyen bu durum karşısında birden bocaladı ve ne yapacağını şaşırıp duraksadı. Mevzilenmek için siper olacak yerler aramaya başladı. Ama her tepe Türkler tarafından tutulmuş ve mevzilenmiş okçular görevlerini kusursuz yapmaya başlamıştı. Bunun üzerine düşman ordusu geri çekilip güvence bulmak istedi. Beklenilen an gelmişti. Çemberin diğer bölümündeki süvariler de ayni şekilde saldırıya başlayınca, düşman ordusu düşürüldüğü tuzağın farkına vardı ama iş işten geçmişti. Bizans Ordusunda 50 bin süvari vardı. Romen Diyojen, 25 bin süvariyi kayınbiraderinin kumandası altında, yedek kuvvet olarak savaş dışı bırakmıştı. Türklerin 40 bin süvarisi savaş alanında yer alınca, üstünlük kısa zamanda Türklerin eline geçti. Dümdüz ovada; çembere alınan düşman ordusunun sığınacağı, kaçacağı, siper alacağı, mevzilenip korunacağı hiçbir yer yoktu. Türk Ordusu, oluşturduğu güçlü çember ve çemberin etrafında yer alan tepeler sayesinde; hem kendini koruyor, hem de gölde ördek avlayan avcı rahatlığıyla düşman ordusunu yok ediyordu. Zaman zaman süvariler düşman içlerine dalıp yok edici saldırılarda bulunuyor ve geri çekilip tekrar saldırmaya başlıyorlar; ama çemberi hiç bozmuyorlardı. 25 bin süvari ile yedek kuvvet olarak bekleyen Romen Diyojen’in kayınbiraderi, bu durumu görünce, süvarilerini de alıp savaş alanından kaçmıştı. Ermeniler de Bizans Ordusu’nun bu durumunu görünce, Bizans Ordusu saflarını bırakıp kaçtılar. Romen Diyojen, çember içinde kaderiyle baş başa kalmıştı. Savaşın başlamısından 4 saat sonra verilen boru işareti ile ‘düşmana son darbe’hücumuna geçildi. Sultan Alpaslan, o zamana kadar savaşı yönetmek ve mecbur kalırsa kullanmak üzere elinde taşıdığı topuzu bırakıp kılıcına sarıldı. Askerlerinin arasına karışıp, sıradan bir er gibi savaşa katıldı. Her Türk Askeri, kendi üzerine düşen 5 düşman askerini değil de 10 düşman askerini yok edecek bir hırsla düşman üzerine saldırdı. Salur Boyu askerleri, Alptekin Bey komutasında, süvari ve okçu olarak kahramanca savaşıyor ve düşmanın çember dışına çıkmasını önlüyordu. Bir ara Salur Askerleri de çemberi bırakıp, ortadaki savaşa girmek istediler. Alptekin Bey gür sesiyle haykırdı: “ Görevi bırakan başını bırakır. Bizim görevimiz düşmanı buradan kırmaktır. Görevini bırakan kazanılmış savaşı kaybeder.” Bu yerinde görüş ve emirle çember hiç bozulmadı. Düşmanlardan canını kurtarmak isteyenler teslim oldu. Böylece koca ordunun yarısı teslim alınmıştı. Akşam karanlığı basarken, Romen Diyojen, etrafındaki özel askerleriyle hala savaşmaya ve teslim olmayıp kaçacak bir gedik aramaya çalışıyordu. Sonunda, diğer kumandanları gibi O’da teslim oldu ve savaş sona erdi. Bu büyük bir zaferdi. Anadolu, artık Türklerin ikinci Anayurdu olmuştu. Bu zaferin bir benzerini bu tarihten 851 yıl sonra; Anayurdumuzu elimizden alıp bizleri yok etmek isteyen ‘Yedi Düvel’ düşmanlarına karşı kazanmıştık. 26 Ağustos 1071 Cuma günü kazanılan Malazgirt Zaferi gibi; ayni gün ve saatlerde, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Başkumandanlık ettiği ‘ 26 Ağustos 1922 Cuma günü yapılan, Kurtuluş Savaşımızın Büyük Taaruzu’nu da Türk Ordusu kazanmış ve düşmanları denize döküp yurdumuzu kurtarmıştı…

   Düşmanlar silahlarından arındırıldı. Yaralı olanların ilk yardımları yapıldı. Esirler bir çember içine alındı. Komutanlar askerlerden ayrılarak birkaç çadırda toplandı ve esir değil; misafir muamelesi gösterildi. Ertesi gün, Sultan Alpaslan ve 24 Oğuz Boyunun Beyleri; büyük savaş otağında yerlerini alıp, kendileriyle görüşme isteğinde bulunan; esir edilmiş düşman komutanlarını kabul ettiler. Başta Romen Diyojen olmak üzere, o zamanların Avrupa’da ün salmış yenilmez generalleri esirler arasındaydı.220 bin askerli dev Bizans Ordularıyla, 50 bin askerli Türk Ordusuna yenilmek akıllarının ucundan bile geçmemişti. Böyle bir sonucu hala kabul edememiş bir durumdaydılar. Sultan Alpaslan, generallerin önünde yer alan ve gerekli saygıyı göstermesine karşın mağrurluğundan ve gururundan ödün vermeden dik durmaya çalışan Romen ve Diyoje’ne: “ Barış önerimizi neden kabul etmedin? Ben istemediğim halde, savaşa sen talip oldun. Bu kötülüğün sonuçlarını nasıl mazur görebilirim? Diye sordu. Romen Diyojen: “ Ordum o kadar güçlüydü ki, yenilmeyi aklımın ucundan bile geçirmedim. Ama zaferi, askerin çokluğu değil; kahramanlığı, kurnazlığı ve inancı kazanıyormuş” yanıtını verince Alpaslan: “Eğer savaşı sen kazanmış olsaydın bana ne yapardın?” Diye sordu. Romen Diyojen, yine birden gururlu halini takınarak: “ Seni önce bir kafese koyar, Anadolu’nun her tarafını dolaştırır ve ‘İşte kahraman denilen Türk Aslanı’nı kafese kapattık. Görün ve ibret alın.’ Derdim. Sonra da; sana eziyet ede ede, önce kollarını, sonra bacaklarını, sonra da kulak, burun ve diğer organlarını birer birer kestirir; en sonra da gözlerini oyar ve bir bataklığa atardım; çok fena şeyler yapardım.”Diye karşılık verince Alpaslan: “ Gerçekten doğru söyledin; eğer bunun aksini söyleseydin, o zaman yalan söylemiş olurdun. Şimdi sana ne yapacağımı sanıyorsun?” Diye sordu. Romen Diyojen: “ Bana üç şeyden birini yapabilirsin; birincisi tıpkı benim gibi işkence ederek öldürmek. İkinrcisi, bir kafese koyup beni ibret için halkına göstermek. Üçüncüsü de, hiç akla gelmeyecek bir şey, affetmek.” Karşılığını verdi. Alpaslan gülümseyerek: “ Ben, sizlerin bile aklına yatmayanı yapmak, yani seni affetmek kararındayım. Seni serbest bırakacak para miktarını söyle.”Dedi. Romen Diyojen: “Savaşı kazanan ve beni esir eden sensin. İsteğin miktarı söyleme hakkı senindir.” Deyince, Alpaslan:” Bizans İmparatorluğu için 10 milyon altın eder misin?” sorusunu yöneltti. İmparator, bu paranın çok olduğunu, ödeme güçlerinin olmadığını ileri sürdü. Alpaslan ile Romen Diyojen arasında yapılan görüşmeler sonunda bir de barış antlaşması imzalandı. Buna göre; ‘İmparator, kurtuluş akçesi olarak bir buçuk milyon altın verecek; Bizans Devleti her yıl Selçuklu Devleti’ne 360 bin altın ödeyecek; Bizansın elinde bulunan bütün İslâm esirleri salıverilecek; Bizanslılar gerektiğinde Selçuklulara askeri yardımda bulunacak; İmparator kızlarından birini Sultan’a verecek; Antakya,Urfa, Membiç, Malazgit şehir ve kasabaları Selçuklulara bırakılacak; Selçuklular bundan sonra Anadolu’nun her tarafını kalıcı yurt olarak kullanabileceklerdi.’ Barış Antlaşması imzalanırken Alpaslan, Romen Diyojen’e dönerek: ”Bu barışı savaştan önce yapsaydık, Anadolu hala sizin olacak; biz sizlere her yıl yurt kirası ödeyecektik. Şimdi Anadolu bizim oldu; üstelik siz bize her yıl vergi ödeyeceksiniz. ‘Kimin kârlı? Kimin zararlı? Olduğu ortada. Sen, Bizans’a gidince imzaladığın bu antlaşmayı kabul etmezlerse, ordularını toplayıp tekrar gelsinler. Bu kez Kostantinopolis’i (İstanbul’u) da kaybedersiniz. İmparatorluğunuz yok olur.” Uyarısında bulundu…

               TÜRKLERİN VE BOYUMUZUN ANADOLU’YU ANAYURT YAPMASI

   Anadolu artık Türklerin olmuştu. Sultan Alpaslan fetihlerine devam ediyordu. 1072 yılında, ‘alınması imkânsız’ diye anılan ve adı ‘Kartal Yuvası’ anlamına gelen, İran topraklarındaki Alamut Kalesi’ni kuşattı ve kısa zamanda aldı. Bu kalenin beyi, ‘Haşhaşi Tarikatı’ üyesi olan ve ‘müritlerini afyonla uyuşturup, dünyada cenneti yaşattıran; bu nedenle her dediğini yaptıran’ Yusuf Bey adında gözü kara biriydi. Haşhaşi Tarikatının lideri, Mısır’da yaşayan ve daha sonraları Alamut Kalesine gelip yerleşecek ve Türklerin en değerli Veziri Nizamülmülk’ü de zehirleyecek olan; Hasan Sabbah adında, İslâmi düşüncelere karşı çıkan; İslâm Halifesine göre yok edilmesi gereken biriydi. Hasan Sabbah’ın, İslâm âleminin ortasında bir çıban gibi yer alan en önemli kalesini alma ve komutanını esir edip Halife’ye getirme görevi, Alpaslan’a verilmişti. Esir edilen; Haşhaşi tarikatı üyesi; Alamut Kalesi Komutanı Yusuf Bey; ‘İslâmiyetin istediği gibi davranmak, özür dilemek, ayaklarına kapanmak ve kendisini affettirmek için’ Alpaslan’ın huzuruna çıkmak istedi. İsteği kabul edildi; Alpaslan’na yaklaşıp ayaklarına kapandığında, kolunda sakladığı zehirli hançeri çıkarıp, doğrulurken saldırdı ve hançerini sapladı. Yusuf Bey, parçalanarak öldürüldü. Tüm tedavilere rağmen Alpaslan kurtarılamadı. Türkler büyük bir kahramanını daha genç yaşında kaybetmenin üzüntüsünü yaşadılar. Alpaslan, daha sağlığında oğlu Melikşah’ı veliaht tayin etmişti. Melikşah, babasının değerli veziri Nizamülmülk’ü görevinde bırakarak ve yetkilerini arttırarak tahta çıktı. Kumandanları Kutalmışoğlu Süleyman, Mansur, Alp İlig ve Donat’ın da katıldığı ‘Boylar ve Beyler Toplantısı’ düzenledi. Boyumuzdan Alptekin Bey, diğer boylardan da Artuk ve Tutak gibi önemli komutanların yer aldığı, Malazgirt Savaşı’nda adları verilmiş olan ‘24 Oğuz Boy Beyi’ söz alarak; ‘daha önce otlak yurdu olarak gittikleri ve giderek kalıcı yurt edinmek istedikleri’ yerleri belirterek; tanıdıkları ve bildikleri Anadolu Bölgelerinin kendilerine verilmesini istediler. Melikşah: “Dört komutanımın yönetimi altında Anadolu’ya gidin ve buraları kalıcı yurt edinin. Artık Orta Asya’ya dönmekten vazgeçin. Döktüğümüz şehit kanlarıyla ve dünyanın kabul ettiği gücümüzle; Anadolu bizim Anayurdumuz oldu. Bundan sonra, buraları korumak da bizim görevimiz olacaktır. Sizler, seçtiğiniz yerlerin ayni zamanda sınırlarını koruyan ve saldırıları önleyen UÇ BEYLERİ olacaksınız. Kendi boylarınızı kendiniz yönetecek, iç işlerinizde serbest olacak, dış işlerinizde Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlı olacaksınız. Büyük bir İmparatorluk olduk. Dünyayı dize getirdik. Artık Anadolu’da da yönetim merkezlerimiz olacak ve sizlerle birlikte Anadolu Selçuklu Devleti’ni yönetecektir. Vergilerinizi verecek ve çağrılan savaşlara en büyük askeri gücünüzle katılacaksınız. Eğer kendi gücünüzle sınırlarınızı genişletebilirseniz, Beylik Topraklarınızı genişletmiş olursunuz. Türk’ün Türk’le savaşmaması koşulu ile bunu takdirle karşılar ve yardımlarınıza koşarız. Büyük Selçuklu Devleti’ni, 24 Oğuz Boyu birlikte kurduk. Büyük Selçuklu Devlet’i hepimizin devletidir. Bu devlet ne kadar güçlü olursa ve uzun yaşarsa, sizler de bizler de o kadar rahat, mutlu ve kutlu yaşarız. Boylarımızı yenebilecek düşman ordusu çıkabilir ama Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nu yenecek ordu yoktur. Devletle bir olursanız, Boylarınızı da yenen olamaz. Bu nedenle; önce Boylarınız değil; önce devletiniz gelmeli. Sizlerle bir daha toplu olarak görüşmemiz mümkün olmayabilir. Bu emirlerimi sizlere yazılı olarak veriyor ve her maddesine uymanızı bekliyorum. Yerinizi alacak çocuklarınıza bu emirleri ezberletip vasiyet olarak bırakınız. Bu emirlere uymayanlar, karşılarında; emirlere uyan Boy Beyleriyle birlikte, Selçuklu Ordusunu bulacak ve düşmanımız sayılacaktır. Sizlerden hep güzel haberler gelsin. Daha şimdiden gazanız mübarek olsun. Yerleşik düzene geçip tarım yapmaya başlayacağınız Anadolu toprakları da bereket dolsun.” Konuşmasını yaptı ve Boy Beyleri’nin hepsine “Devlete Bağlılık Yemini” ettirdikten sonra, toplantıyı bitirdi…

       Bu toplantının tutanakları arasında yer alan ve Vezir Nizamülmülk’ün el yazısı olduğu belirtilen notlarda Salur Boyu için: ” Dede Korkut gibi bilge Atabeyleri vardır. Yaman okçu, atçı ve savaşçıdırlar. Her zaman yanımızda yer almaları gerekir.” Açıklaması bulunmaktadır...

       24 Oğuz Boyu Beyleri; 4 komutanla görüşerek; daha önce yurt olarak konakladıkları ve kışlak olarak da kalmaya başladıkları yerleri, kendi boylarına verilmek üzere belirlediler. Bazı boylar, diğer boylarla akrabalık ilişkileri içersinde olduğundan, ayni yerleri seçmişler ve birleşmeye karar vermişlerdi. Oğuz Boy ve Beyleri, Anadolu’da seçtikleri yerleşim yerlerine göre 4’e ayrıldılar ve 4 Selçuklu komutanından birisinin emri altında bulunmak üzere kendi boy ordularını hazırladılar. Yukarıda adlarını verdiğimiz Melikşah’ın 4 komutanı, gidecekleri yerleri belirleyip bölüşerek, yıldırım gibi bir hızla Anadolu’ya yayıldılar. Karşılarına çıkacak bir Bizans Ordusu yoktu. Kentlerde ve kalelerde bulunan az sayıdaki askerler ve Bizans Yöneticisi olan Tekfurlar, hiçbir karşılık vermeden görevlerini ve kentlerini Türklere teslim ediyorlardı. Bu harekete ‘Anadolu’yu Fethetme’ değil de; ‘Oğuz Boyları Tarafından Anadolu’yu Paylaşma’ hareketi adı verilebilirdi. Komutanlar, bir kenti teslim aldıktan sonra, buraya yerleşecek Boy Beyi’ni görevlendiriyor; işleri düzenlemek üzere az bir kuvvet bırakıp, diğer kent ve kalelere doğru yola çıkıyordu. Altı ay gibi kısa bir zamanda Anadolu’nun Trabzon ve İstanbul çevresi dışında kalan tüm kent ve kaleleri Türk Yönetimi altına girmişti. Oğuz Beyleri; yönetimlerine verilen bölgenin en güzel kentine kendileri yerleşip, diğer kentlerine de kumandanlarını görevlendirdikten sonra, Orta Asya’da kalan boy halkına haber salıp ‘geri dönmemek üzere Anadolu’ya gelmelerini’ istediler. Bir yıl gibi kısa bir zamanda, 24 Oğuz Boyu halkı Anadolu’ya gelerek yerleşik düzene doğru ilk adımlarını attılar. Yalnız burada çok önemli bir noktaya da değinmek gerekir. Oğuz Boylarına seçtikleri yerlerde yerleşik düzene geçme ve yaşamlarını sürdürme hakkı, UÇ BEYİ görevleri karşılığı ‘Tımar’ (Devlete yaptıkları hizmet karşılığı bir toprağı kullanma hakkı) olarak veriliyor; Tımar sahibi olanlar toprağı icar veya kira karşılığı kullanıp, gelirin büyük çoğunu devlete vergi olarak ödüyorlardı. Bunun yanı sıra; sultan veya padişah değiştiğinde veya beyliğin davranışları hoşa gitmediğinde, elinden Tımar alınıyor ve dımdızlak ortada kalıyordu. Ama ‘Beraat’ (Toprakların sahibi olduğunu gösteren sultan veya padişah fermanı) sahibi olan beylikler, toprakların sahibi oluyor; kendi başlarına fethettikleri yerler de Beraat’e katılıyordu. Gelirlerin hepsi kendilerine kalıyor ve devlete normal vergi ödemelerinde bulunuyorlardı. Kısaca; ‘Beraat’ almak, devlet içinde devlet olmak anlamına geliyordu. Bu nedenle de ‘Beraat’ kolay kolay verilmiyordu. Burada amaç; Devleti güçlü tutmak, devlet olan boyun iktidar gücünü çoğaltmaktı. Tımar sahibi olan beyliklere de kendilerini sınamak ve bağlılıklarını arttırmak amacıyla; ileride yapacakları hizmetlere, kahramanlıklara ve devlete bağlılıklarına göre ‘Beraat’ verileceği söylenmişti… 

      24 Oğuz Boyunun Anadolu’nun hangi bölgelerine yerleştiğini merak eden okurlarımız, bilgi kaynaklarından ulaşabilirler. Bizim Tarihçe Öykümüzün konusu; bizim boyumuz Salur’ların Anadolu’ya gelişleri, yerleşmeleri ve yaşam öyküleridir. Biz şimdi Salur Boyu ile Orta Asya’dan yola çıkacak ve tarihteki izlerini süreceğiz… 

       

         

                        SALUR BOYU’NUN ANADOLU YOLCULUĞU VE YAŞAMI

   

    Boyumuz Beyi Alptekin’in başkanlığında geçirilen dönem, 20 ve 21. ci Dedelerimizin dönemidir. Bu dedelerimiz; Büyük Selçuk İmparatorluğu’nun kuruluşunu gerçekleştirmişler, Malazgirt Savaşı’na katılmışlar ve Anadolu’yu Anayurt yapmışlardır. Tarihçe Öykümüze, 25. Dedelerimizden başlamış ve 41. Dedelerimiz olan Köyümüzün 3. Kuşağına; yani 2009 yılına ulaşmıştık. 2009’dan 2229 yıl geriye giden araştırmalarımızla da; 21 ve 22.ci Dedelerimizin Orta Asya’da geçen yaşam öykülerini yakından tanımıştık. Tarihçe Öykümüzün tamamlanması için; Dedelerimizin, Orta Asya’dan Anadolu’ya göç ettikleri 1072 yılından; Türklerin ve Dedelerimizin Çimpe Kalesini alıp, Süleyman Paşa yönetiminde Rumeli’ye (Avrupa’ya) geçtikleri 1350 yılına kadar olan, yaklaşık 4 veya 5 Dedelik, 278 yıllık bir zaman dilimi kalmış bulunuyor. Tarihçe Öykümüzün bu bölümünde; hem Maveraünnehir’de kalanları, hem Anadolu’da yerleşik düzene geçenleri ve yaşanan olayları, hem de Dedelerimizin Germiyanoğulları Beyliği ile birlikteliğini araştıracağız.   

      Sultan Melikşah’ın toplantısından sonra Alptekin Bey; Boyumuz Ordusunu hazırlayıp; Mansur Bey’in komutası altında: bizim boyumuza yakın olan ve yakın yerleri seçmiş bulunan boylarla birlikte Anadolu Fethi’ne çıktı. Boyumuz, daha önce Anadolu’nun Artvin, Rize, Tokat, Yeşil Irmak Havzası ve Muş Ovası bölgelerini ‘otlak yurdu’ olarak kullanmışlardı. Seçimlerini de yakından tanıdıkları ve çok beğendikleri bu bölgeler için yapmışlardı. Yeşil Irmak Havzası ile Tokat ve Amasya illeri bizim boyumuzun yerleşim ve yönetimine verildi. Alptekin Bey, Tokat İlini merkez yapıp yerleşti. Diğer kentlere de komutanlar atayıp, kendisinden haber bekleyen Orta Asya’daki boyuna geri döndü. Boy yöneticileri, ileri gelenleri ve bilgeleriyle bir toplantı yaptı. Katılanlara: “ Maveraünnehir, bu zamana kadar bizim Anayurdumuz oldu. Artık buralara sığmaz olduk. Her yıl otlak yurdu olarak çıktığımız ve çok beğendiğimiz Anadolu toprakları bizim oldu. Gerek hayvanlarımız için, gerekse tarım için bereketli ve verimli topraklar bizleri bekliyor. Maveraünnehir’de tarım yapan, yerleşik düzene geçen, hayvancılıktan başka meslek edinen ve halinden memnun olan insanlarımız da var. Gelmek istemiyenler burada kalabilir. Kendileriyle her zaman iletişim kuracağız. Gelmek isteyenler, bir daha buraya dönmemek üzere, hemen hazırlıklara başlasınlar. Yeni Anayurdumuz, Anadolu’ya gidiyoruz.” Kalanlar kaldı, kalmayanlar hazırlıklarını yapıp topluca göç yoluna çıktı ve yeni yerleşim yerlerine gelerek Anadolu yaşamlarına başladı.

                                              *     *     *     *     *

          BOYUMUZUN ORTA ASYA’DA KALANLARI VE BU GÜNKÜ DURUMLARI

    Maveraünnehir’de kalanlar, ‘Türkmen’ adıyla yaşamlarını burada sürdürmeye devam ettiler. İşleri bozulanlar, ekonomik, sosyal ve kültürel yönden sıkıntıya düşenler; daha sonraki yıllarda Anadolu’ya göç ederek boyumuzun izini sürüp birleştiler. Daha sonraları, Orta Asya ve Anadolu arasında iletişim kopmuş; boy ve akrabalık ilişkileri sona ermiştir. Salur Boyu’nun Orta Asya’da kalanları, 2009’lu yıllarda; daha çok ‘Serahs’ve ‘Merv’ çevresinde; Türkmenistan ve İran sınırlarının kesiştiği yerler içinde kalan bölgede kalabalık bir halde yaşamaktadırlar. Buralarda yaşayan ve yüzyıllar boyunca çoğalan Salur Boyu, başlıca üç gruba ayrılmıştır: Yalavaç, Karaman ve Ana Bölegi. Bu üç kolun da çeşitli şubeleri vardır. Salur Boyu’nun bazı kollarına da Doğu Türkistan’da; Kırgız, Kazak ve Başkırtlar arasında rastlanır. Herhangi bir nedenle, yolu buralara düşen köyümüz insanları, boyumuzdan birileriyle karşılaşabilir, Türkçe konuşarak, ayni boydan geldiklerini birbirlerine anlatabilir; iki bin yıldan bu yana ulaşan örf, adet, gelenek ve göreneklerimizin ortak noktalarında birleşebilirler…

                                              *     *     *     *     *

          BOYUMUZUN ANADOLU’YA GÖÇ EDENLERİ VE 278 YILLIK YAŞAMLARI

       Tokat ve Amasya’yı içine alan Yeşilırmak Havzası ile Sivas İli’nin bir bölümü ve Muş Ovası’nın bir bölümünü de içinde bulunduran Anadolu toprakları; Büyük Selçuklu İmparatorluğu tarafından Salur Boyu’nun yönetimine, ‘BERAAT’I SONRADAN VERİLMEK ÜZERE, TIMAR OLARAK’ verilmişti. Tarım yapmak isteyenler, hemen yerleşik düzene geçerek evlerini barklarını kurdular ve göçebe yaşamından, yalnız hayvancılık yapmaktan vazgeçtiler. Toprağı işleyen, geçimini çiftçilikten sağlayan ve yanı sıra hayvan da besleyen bir konuma geçerek ‘göçebe yaşamdan’, ‘yerleşik yaşama’ “çağ” altladılar. Tokat ilinin çoğu halkının kökleri, özellikle Almus İlçesi ve çevresinde yer alan; belde ve köyleri Salur Boyu kökenlidir. Gazi Osman Paşa; Tokat doğumlu olup; Salur Boyundan geldiğini bilen ve Plevne – Lofça’ya gidip boyunun insanlarına sahip çıkan bilgide bir Salur Boyu insanıdır. Bu yolu beğenmiyen, benimsemeyen ve tarıma ilgi duymayan dedelerimiz de göçebe yaşamlarına ‘Türkmenler veya Yörükler’ adı altında devam ettiler. 

     Orta Asya’dan çok iyi bildikleri ve uzmanlaştıkları meslekleri yapmak ve yanı sıra tarım ve hayvancılıkla da gelirlerini çoğaltmak isteyen dedelerimizden bazıları; ok ve yay yapma atelyeleri ve ok atma kursları açıp, Selçuklu Devleti Ordusu’nun ihtiyaçlarının karşılamaya ve askerlerine eğitim vermeye başladılar. Yine at yetiştirme ve eğitme konusunda uzman olanlar da; orduya süvari atı yetiştirmek ve cins at tutkusu olanlara satmak üzere; damızlık haraları, at yetiştirme ve terbiye etme çiftlikleri kurdular. Kendilerinin yetiştirdiklerinin yanı sıra; yakın olan Orta Asya’ya da giderek seçilmiş taylar alıp terbiye ettiler. Ünlü Arap Atlarıyla, Orta Asya atlarını çiftleştirerek; savaşlarda çok başarılı olan yeni bir melez ırk elde ettiler. Atabey’ lik konularında da söz sahibi olan boyumuz bilgeleri, Danişmentlerle birleşerek Sivas kentini de yönetimlerine aldılar. Buralarda açtıkları medreselerde beylerin çocuklarının eğitip, öğretmeye başladılar. Bir yandan da konar – göçer yaşamlarıyla Anadolu’yu bir uçtan bir uca dolaşmaya; diğer boyların yönetimlerinde bulunan kentleri görmeye, kendileriyle ticari alış verişlerin yanı sıra; kız alıp vermeye ve akrabalık ilişkilerini geliştirmeye başladılar.

     1078 yılında, Süleyman Şah’ın yönetimi altında; Oğuz Boylarının desteği de alınarak Anadolu Selçuklu Devleti kuruldu. Süleyman Şah, oğlu Birinci Kılıç Arslan’ın Atabey’ini; Boyumuz Bilgelerinden seçti ve Orta Asya’da başlayan Atabeylik, Anadolu’da da devam etmeye başladı. Artık Salur Boyu’nun nüfusu çoğalmış; yetkileri, etkileri ve yönetimdeki görevleri üst düzeye çıkmıştı. Anadolu Selçuklu vezir ve sultanlarıyla her zaman görüşebiliyor; şehzadelerin Atabey’leri oldukları için sözlerini dinletebiliyor ve orduya sağladıkları ok – yay gibi önemli silahların yanı sıra; süvari atlarını yetiştirerek de önemli bir mevkiye ulaşmış oluyorlardı. Atabeylik görevleri çok beğenilen, okçuluk ve atçılık konularında da usatalıkları tartışılmayan Salur Boyu’na; Başkent olan Konya’ya daha yakın olabilmeleri için, Kayseri’den de yerleşim yerleri (arpalık) verildi. Artık tüm bey, vezir oğullarının ve şehzadelerin Atabeyleri bizim boydandı. Orta Anadolu’nun tüm kentlerinde boyumuz tarafından açılan ok ve yay atelyeleri ve talim kursları; at haraları ve at çftlikleri vardı…

       Alptekin Bey’in 1110 yıllarındaki ölümünden sonra, Ahmet Bey boyumuzun başına geçti. Kurulan sistem geliştirilerek devam ettirildi. Konar – göçer yaşayan boyumuz halkına, tarım yapmaları ve yerleşik düzene geçmeleri için fırsatlar yaratıldı. Verimli ovalara ve topraklara kavuşturuldular ve kentlerde meslek sahibi olanların yanlarında işlere alındılar. Bu yıllarda Avrupa’yı ‘Türkler geliyor!’ Korkusu sarmış ve Haçlı Orduları hazırlayıp, Türkleri yenmek, Anadolu’dan atmak üzere seferlere başlamışlardı. Boyumuz orduları, beyleri ve askerleri de Birinci Kılıç Arslan ve Sultan Mesut’un yönetiminde savaşlara katılıp, kanlarını döktüler ve canlarını verdiler.  

        1192 yılına gelinceye kadar, İkinci Kılç Arslan zamanı geçmiş, boyumuzun başına da Osman Bey gelmişti. Anadolu Selçuklu Devletinde başlayan kardeş kavgaları, boyumuzda da ‘boy beyi’ kavgalarına dönüşmüştü. Osman Beyi beğenmeyenler, kendi beylerini tayin edip, boyumuzdan uzaklaşmaya, kendi obalarını kurup yaşamlarına kendi başlarına devam etmeye; bazıları da başka bölge ve kentlerde bulunan Salur Boyu topluluklarına katılmaya başladılar.

  

                        SALUR BOYUNUN KURDUĞU DEVLET: SALGURLAR

 

    Boyumuzdan ‘boy beyi’ kavgaları nedeniyle ayrılanların büyük bir bölümü; İran’ın Fars Bölgesine yerleşen ve büyük bir güç haline gelen; adlarına da yerel şive olarak, “Salur” karşılığı “Salgur” denilen boylar birliğine katıldılar. Boyun yönetiminde Salur Boyundan gelen; Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in hizmetinde bulunan Salgur Beydi.(Bazı tarihler, Salgur ‘Salur’ Bey’in; Dede Korkut Hikâyeleri’nin kahramanı Salur Kazan’ın torunu olduğunu yazarlar) Salgur Bey, Çıkan kargaşa ve karışıklıklardan yararlandı. Gösterdiği kahramanlıklar sayesinde takdir toplayarak; Oğuz Boylarının dışında kalan diğer boyların da desteğini alarak 1150 yılında Salgurlu Devleti’ni kurdu. Büyük Selçuklu İmparatorluğundan ayrıldığını bildirdi. Anadolu Selçuklu Devleti gibi, bağımsız bir devlet kurmak amacındaydı. Salgur Bey’in çocukları, gerek dış, gerekse iç düşmanlarla mücadele etti. Başta Salur Boyu olmak üzere, Anadolu Oğuz Boylarından yardım istedi. Boyumuzdan başka yardımına koşan olmadı. Suriye’den gelen saldırılar karşısında zor durumda kalıp, Irak Selçuklularına bağlandı. Daha sonra tekrar bağımsız devlet olma savaşımını denedi. Bu kez de Harzemşahların saldırısıyla karşılaştı. Bu saldırılara karşı savaşırken, Moğol saldırıları da üzerine tuz biber ekti. Salgur Devleti Beyi Selçuk Şah, Moğollar tarafından öldürüldü. Böylece Salgurlu Devleti Moğolların egemenliği altına girdi. Son olarak başa geçen Abiş Hatun, bir yıl sonra Hülâgu’nun oğlu Mengü Timur ile evlendi. 1284 yılında Abiş Hatun ölünce, Salgur Devleti de 134 yıl tarihte yer aldıktan sonra son buldu…

 

                   

 

 

                          ANADOLU’DA SALUR DEVLETİ KURMA GİRİŞİMİ

                                                         

    Boyumuz Beylerinden olan Kadı Burhaneddin Ahmet, Kayseri Kadısı olan babası Şemseddin Muhammed’in yanında ve Eratna Beyi Gıyasüddin Muhammed’in koruması altında yetişti. Babası ayni zamanda Atabeylik de yapıyordu. Oğluna çok iyi bir eğitim verdi ve şehzadelerle bir arada büyüttü. Mısır’a gidip eğitim ve öğretimini üst düzeye çıkardıktan sonra Şama’a gitti ve devrin en büyük bilginlerinden dersler aldı. 19 yaşındayken babası ile hacca gitti. Babasının ölümü üzerine Halep’e giderek bir yıl ilmi çalışmalarda bulundu. İlim çevrelerine kendini kabul ettirdi ve en üst basamaklara kadar yükseldi. Eratna Beyi, kendisini babasının yerine Kayseri Kadısı ve Atabey olarak görevlendirdi. Kızıyla da evlendirdi. Anadolu Selçuklu Sultanı Süleyman Şah’ın oğlu Üçüncü Kılıç Arslan’nın Atabeyi oldu. Süleyman Şah, 1204 yılında ölünce, yerine çocuk yaştaki oğlu Üçüncü Kılıç Arslan tahta çıktı.’Gelenek ve göreneklere; devletin devamını sağlama alma önlemlerine göre’’çocuk yaşta tahta çıkan sultanlar, 18 yaşına gelinceye kadar, eğitim ve öğretimlerine devam ediyor ve devleti, şehzade adına Atabeyler yönetiyordu.’ Boyumuz Beyi Kadı Burhaneddin, birden kendisini Anadolu Selçuklu Devleti’nin başında buldu. Çok bilgili olmasının yanı sıra; çok hırslı, ihtiraslı, kişisel düşünceli ve kendi çıkarlarını düşünen bir karaktere sahip olan Kadı Burhaneddin, hem yetkilerini, hem de Atabeyliği kötüye kullanmaya başladı. Kerdisini koruyan ve kızını veren Gıyasüddin Muhammed, Kadı Burhaneddini’nin de katıldığı bir suikast sonucu öldürüldü. Yerine geçen oğlu Ali Bey, eniştesi Kadı Burhaneddini’i vezir yaptı. Bu sırada 15 yaşına gelmiş olan Üçüncü Kılıç Arslan, Atabeyinin; sultan olmasına da engel olacağının farkına vararak öldürmek istediyse de başarılı olamadı. Bu durumu öğrenen Kadı Burhaneddin, Üçüncü Kılıç Arslan’nın amcası Keyhüsrev ile iş birliği yaparak, Üçüncü Kılıç Arslan’ı öldürdü. Halkın isteği(!) üzerine Atabeyliğe devam ederek, suç arkadaşlarıyla birlikte devleti yönetmeye başladı. Bir süre sonra da,1381 yılında ‘Kadıburhaneddinoğulları’ Beyliğini kurdu. Kendisini sultan ilân etti. Kendi adına hutbe okuttu. Sıkke (para) bastırdı. Boyumuz Beyi, Kadı Burhaneddini’n hükümdarlığı 18 yıl sürdü. Amacı; Oğuz Boylarının da desteğini alarak, Salur Devleti veya kendi adını taşıyan bir devlet kurmaktı. Oğuz Boyları ve bizim soyumuzun saygın ve soylu kişileri, kadı Burhaneddin’in yaptıklarını kınadılar ve destek vermediler. Bunun üzerine Akkoyunlu Beyleriyle bir olma yolunu seçen Kadı Burhaneddin, yıldızı yükselmekte olan Osmanlı Beyliği’ne de karşı çıktı. Düşman boylarla bir olup Osmanlı Beyliğini de yenmek istedi. Osmanlı Devleti’nin Yıldırım Bayezit dönemiydi. Yıldırım Bayezit İstanbul’u alma hazırlığında bulunur; bir yandan Anadolu Hisarı’nı yaptırır, bir yandan da Avrupa’dan gelen saldırıları önlemeye çalışırken, Oğuz Boylarından birinin kendisine karşı savaş açmasına çok kızdı. Ordusunun başına geçip yıldırım gibi gitti, yendi ve Kadı Burhaneddin’i de esir aldı. Boyumuzun damadı olan Yıldırım Bayezit, ‘ boyumuza duyduğu saygıdan ve akrabalık bağlarından; Oğuz Boylarının desteğini güzellikle sağlama isteğinden’ ötürü, kendisini affetmek istedi ama Salur Boyu Tokat Kadısı Şeyh Necip: “ Bizim soylu boyumuzun altın adını mangır eden böyle birinin yaşaması uygun değildir. Başkalarına da örnek olması için boynunun vurulması gerekir.” Fetvasını verince, 1398 yılında öldürüldü.

       Çok zeki, iyi bir devlet adamı, bilgin bir kadı ve de şair olan Kadı Burhaneddin, kişisel çıkarları ve önüne geçemediği; bencil ve kötü ihtirasları yüzünden kaybetti. Boyumuzun ikinci bir Dede Korkut’u olacağı yerde; yerlerde sürünmeye ve öldürülmeye mahkûm oldu. Oysa ilim adamı olarak yazdığı 10’dan fazla eseri bu gün dahi aranarak okunmaktadır. Türkçe şiirleri bir divanda toplanmıştır. Kitabın orijinali İngiltere Biritihs Müzesi’ndedir. Bu kitap 1944 yılında Türk Dil Kurumu tarafından ‘tıpkıbasım’ olarak yayınlanmıştır.

      Boyumuz Beylerinin bu iki girişiminin de sonuçsuz kalmasının nedeni: “Oğuz Boylarının desteğini alamamış olmalarıdır.” Çünkü Tarih Baba yazıyor ki; Türklerde Oğuz Boylarının desteğini almadan hiçbir devlet kurulamaz, kurulsa da yaşamaz. Ne kadar güçlü olursa olsun, Oğuz Boyları desteğini çekince devlet yıkılır…

                         

                KÖYÜMÜZÜ KURAN DEDELERİMİZİN DEDELERİNİN TUTUMLARI

  

         Boyumuzda 1200 yıllarında başlayan ‘boy beyi’ kavga ve çatışmalarına katılmayanlar, Osman Beyin Boyumuzun başına geçmesine de karşı çıkanlar oldu. Bunların arasından yerleşik düzene geçmiş Tokat ve Amasya kenti çevresine yerleşmiş olanlar -ki bunlar Gazi Osman Paşa’nın dedeleridir- Salur Boyu Bey Yönetiminden ayrıldılar ve kendi yönetimlerini oluşturup, Salur Boyu’dan ayrıldıklarını duyurdular. Atabey olan Kadı Burhaneddin, kendilerine ‘Toprak Beraati’ vererek kalmalarını sağladı. Artık toprakların sahibi oldukları için, boyumuzun bu bölümü; Eretna Beyliği yönetimine girip yaşamlarını sürdürdüler.

        Köyümüzü kuran Dedelerimiz de Osman Bey’in Boy Beyliğine karşı çıkanlar arasında yer almıştı. Yeşilırmak Havzasında, boyumuza verilen yerlerin hepsi yerleşik düzene geçenler tarafından paylaşılıp sahiplenilmişti. Beraatlerini de alınca, herkes toprağına sahip çıkıp, konar- göçer yaşayanlara sırtlarını dönmüştü. Yerleşmek için ‘Toprak Beraati’ isteğinde bulundular; yaptıkları hizmletleri bir bir sıraladılar; ama Kadı Burhaneddin’i desteklemedikleri için ‘Beraat’ alamadılar. Konar – göçer yaşamları sürdüğü için bu zamana kadar kendilerine konut da yapmamışlardı. Bu nedenle, bir yerde ikamet etmeleri (oturmaları) mümkün değildi. Salur Boy yönetiminden, akraba grubu dört oymak (yaklaşık 2000 – 2500 kişi) ayrıldılar, kendi oymakları arasından Mustafa Bey’i, Salur Boyu Beyi olarak seçtiler. Başka Anadolu Beyliklerinin topraklarında; kira ödeyerek ve vergi vererek konar – göçer yaşamlarını sürdürmeye başladılar.

          Orta Asya’dan Anadolu’ya gelip yerleşen ve UÇ BEYLİĞİ alan beylikler, zamanla birbirleriyle; beyler ve yönetici komutanlar düzeyinde evlilik akrabalıkları kurarak veya büyük beylikler küçükleri yutarak birleştiler. 24 Oğuz Boyu Beyliğinin sayısı 14 – 15’e indi. Beyliklere yönetimi elinde bulunduranların isimlerini vererek; Mete’nin (Oğuz’un) verdiği boy adlarını bıraktılar. 1220 yıllarına gelirdiğinde, Anadolu Selçuklu Devleti gücünü kaybedip, kardeşler arası taht kavgalarına ve düşman saldırılarına karşı koymaya uğraşırken, beylikler de güçlerini çoğaltmaya ve topraklarını genişletmeye başladılar. Bu Beylikler; Haçlı Seferlerinde gördükleri hizmetleri ve yaptıkları kahramanlıkları göstererek, ‘Toprak Beraati’ isteğinde bulunmuşlardı. İkinci Kılıç Arslan tarafından kendilerine ‘bulundukları toprakların sahibi olduklarını belirten ‘Beraat’lerini de vermişti. Orta Anadolu’da Konya, Karaman ve civarında Karamanoğulları Beyliği, Doğu Anadolu’da Amasya, Tokat ve civarında Eretna Beyliği, Batı Anadolu’da da, Kütahya, Uşak, Muğla, Denizli, Burdur civarında da Germiyanoğulları Beyliği en güçlü olarak ortaya çıkmışlardı. Geriye kalan 10-11 küçük beylikler de’Beraat’ almak ve büyümek için fırsat kollamaya başladılar.  

     Köyümüzü kuran dedelerimizin dört oymağı, “Salur Boyu’ adını koruyarak ve sahiplenerek Karamanoğulları Beyliği’den otlak kiraladılar. Yozgat’ın Bozok Yaylalarında 30 – 40 yıl yaşamlarını sürdürdüler. Karamanoğulları’nın ‘birleşelim’ önerisini, bir kısmı kabul ettiler ve yerleşik düzene geçip orada kaldılar.’Beraat’ verilmediği için, öneriyi geri çevirenler, burada daha fazla kalamadılar. Antalya ve Alanya civarında, küçük bir beylik olan ve kendileri gibi ‘Beraatı’ bulunmayan, Alaiye (Alanya) Beyliği topraklarına göç ederek yine kira ve vergi karşılığı konar – göçer yaşamlarına devam ettiler. Bu sırada Salur Boyu Beyi de AKDEDE olmuştu. AKDEDE, çok bilge bir kişi olarak, tüm Anadolu Beylerinin saygısını kazanmıştı. Bu nedenle de yaşamları daha kolay geçmeye başlamıştı.

        1280 yıllarına gelindiği zaman, Beraat sahibi, Germiyanoğulları’nın başında Yakup Bey bulunuyordu. Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmaya yüz tutmuş, her beylik ‘Anadolu’nun sahibi’ olmak için plânlar yapmaya başlamıştı. Yakup Bey, gerek Moğol saldırılarına karşı koymak ve gerekse Beraat sahibi Karamanoğulları Beyliğinden daha güçlü hale gelebilmek için, Alanya Beyliğini: ‘Toprak Beraatınızı size ben vereceğim’sözüyle sınırlarına kattı. Nüfusu 7 – 8 bin, ordusu da 2 – 3 bin olan Salur Boyu’nu yanına çekme plânları yaparken öldü. Yerine ‘Çağşadan’ diye anılan oğlu Çelebi Mehmet veya Mehmet Bey geçti. Savaşçı ve becerikli Salur Boyu’nu beyliğine katmak için, babasının kaldığı yerden devam etti. Oğlu Şehzade Süleyman Şah’ı “ ya birleşirsiniz, ya da topraklarımızdan çıkarsınız’ gözdağı haberini iletmekle görevlendirdi. Süleyman Şah, AKDEDE’nin kızı Devlet Hatun’u görünce âşık oldu. Tehdit kokan birleşme konusunu açmadan geri döndü. Babasına durumu anlatıp, başka birisini görevlendirmesini istedi. Mehmet Bey “evlilik yoluyla birleşmenin” daha mantıklı, yararlı ve kolay olacağının hesabını yapıp; Salur Beyi AKDEDE’ye kendisi giderek :” Senin saygın ve bilgeliğin, benim sana gelmemin nedenidir. Benim topraklarımda ‘otlakçı’ olarak değil; toprakların sahibi olarak kalmanızı isteriz. Önce kızınız Devlet Hatun’u Oğlumuz Süleyman Şah’la evlendirmek ve sizin gibi soylu bir boyla akraba olmak isteriz. Birleşmemiz ise sizin arzunuza bağlıdır. İsterseniz birleşerek, isterseniz ayrı olarak, topraklarımızın istediğiniz yerlerinde yurt edinebilirsiniz” konuşmasıyla kaleyi baştan fethetmek istedi. AKDEDE: “Anadolu Beylerinin en güçlüsü bizleri saymış, ayağımıza kadar gelmiş. Biz bununla onurlanır ve kıvanırız. Boyumuzun ‘okçu, atçı ve savaşçı’ gücünden yararlanmak istediğiniz bilgimiz içersindedir. Kızımız varmak isterse; bu Allah’ın emri ve Peygamber’in kavliyle olur. Birleşmemize gelince; Salur Boy adımızı bırakmadan ve atalarımızın kemiklerini sızlatmadan, insanlarımızın ‘yetti artık’ dediği ‘konar – göçer’ yaşama son verip; bizlere yerleşik düzen sağlarsanız ve de ‘Toprak Beraatımızı’ verirseniz, sizlerle her türlü birleşmeye hazırız.” Bu açık konuşma ve istekleri büyük bir dikkatle dinleyen Mehmet Bey; bir taşla iki kuş vurmanın, ordusunu en gözüpek savaşçılarla güçlendirmenin ve oğlunun isteğini de yerine getirmenin sevinci içersinde, etekleri zil çalarak geri döndü. En kısa zamanda düğün yapıldı. Alanya civarında yerleşik düzene geçmek isteyenler orada kaldı. Diğerleri de kendilerine daha uygun yerler bulmak için çevre gezilerine çıkarken, Salur Boyu askerleri de Mehmet Bey’in komutanlığı altında savaşlara katılarak; hem Moğolları, hem de Karamanoğullarını yendiler. Hatta Bizans İmparatorluğu ordusunu da bozguna uğratıp vergiye bağladılar. Germiyanoğulları, en güçlü beylik haline gelmişti. Geriye Oğuz Boylarının desteğini alıp ‘devlet kurmak’ kalmıştı. Mehmet Bey’in ölümünden sonra Boyumuz Damadı Süleyman Şah başa geçti. Kayınpederi AKDEDE’yi Atabey yapıp, şehzadelerin eğitim ve öğretimine; devlet işlerinin danışmanlığına getirdi. Devlet yönetimine Salur Boyu insanlarından yetenekli ve bilgili olanlarını aldı. Boyumuzun yerleşik düzene geçebilmeleri için toprak ayırma hazırlıklarına başladı. Ama beklenen ‘Beraat’ bir türlü gerçekleşmiyordu. Germiyanoğlu bu arada, ‘Beraatı’ olmayan Çandaroğulları ile de ‘Beraat’ sözü verip birleşerek gücünü çoğalttı. Çandarzade Ali Bey, Akdede’nin küçük kızı Banu Hatun’la evlenince, üç boy birbiriyle akraba oldu…

      Bu olaylar olurken yıllar su gibi akmış; Anadolu Selçuklu Devleti yıkılmış; Anadolu Beylikleri bağımsızlıklarını ilân etmiş, Anadolu’nun sahipsiz kaldığını gören; başta Bizans olmak üzere, Moğollar ve diğer düşmanlar, birbirinden üstün olmaya çalışan ve ‘ben devlet kuracağım. En güçlü benim. Bu benim hakkım’ diyen beylikler birbirleriyle savaşmaya girişmiş, 1320’li yıllara gelinmişti…

                                                 *     *     *     *     *

           SALUR BOYU İLE KAYI BOYU’NUN (OSMANLI’NIN) BİRLEŞMESİ

   Türkiye’den (Anadolu’dan) doğup, Suriye Toprakları içinden geçen Fırat Nehri kıyısında iki ordunun savaştığını gören Kayı Boyu Beyi Süleyman Şah: “Bu savaşa seyirci kalamayız. Zayıf tarafa yardım etmek Türk’ün şanındandır” diyerek; Askeri az olan tarafın yanında savaşa girdi. Savaşı kazandılar ama. Süleyşman Şah şehit oldu.(Bazı tarihçilere göre; atıyla Fırat’ı geçerken boğuldu) Konar – göçer olarak otlakları dolaşan Kayı Boyu, yardım ettikleri tarafın Sultan Alpaslan olduğunu öğrenince çok sevindiler ama Süleyman Şah’ın ölümüne de çok üzüldüler. Süleyman Şah’a mezar yapıp oraya gömdüler. (Burası halen ‘Tük Mezarı’ olarak Caber Kalesi yakınında bulunur. Türk toprağı sayılır. Türk Bayrağı dalgalanır ve Türk askerleri nöbet bekler) Bu ölüm olayından sonra otlaklarını bırakıp, Sultan Alpaslan’la birleşerek ve ordunun yiyecek ihtiyaçlarını karşılayarak geri döndüler. Süleyman Şah’tan sonra Kayı Boyu’nun başına oğlu Ertuğrul Bey geçti ve Malazgirt Savaşı ile Anadolu’nun fethine katıldı. Kendilerine önceleri Van Gölü kıyılarındaki Ahlât civarı yerleşim yeri olarak gösterildi. Ertuğrul Beyin ölümünden sonra yerine geçen oğlu Arslan Bey ve torunu Süleyman Bey, ömürlerini boylarının gelişmesi için harcadılar. Torunu Süleyman Bey, oğluna büyük dedesinin ‘Ertuğrul’ adını verdi. Ertuğrul Bey, büyük dedesi gibi çok kahramandı. İkinci Kılç Arslan zamanında gelen Haçlı Ordularına karşı ordusuyla büyük zaferler kazandı ve omzundan aldığı kılıç yarasıyla Gazi unvanını aldı. Artık Ertuğrul Gazi olarak ünlenmişti. Boyunun baştan beri beğenmediği Ahlât civarından ayrılmak için bu ününden de yararlanarak İkinci Kılıç Arslan’a başvurdu. Önce Ankara civarı kendilerine verildi. Ertuğrul Gazi,’Toprak Beraatı’ alabilmek için, Bizans saldırılarını önlemeye gönüllü olarak talip oldu ve UÇ BEYİ görevi istedi. Kendisine İznik – Söğüt Kalesi’ne muhafızlık yapması koşuluyla; civarı tımar olarak verildi ve Ertuğrul Gazi’ye :”Göstereceğiniz hizmetlere göre ‘Beraat’ alacaksınız” sözü verildi. Ertuğrul Gazi; yıllar içersinde Bizans Tekfurları ( İl ve İlçe Yöneticileri) ile savaşarak hem saldırılarını durdurdu, hem de sınırlarını genişletti. Nüfus açısından ufak bir beylik olduğu, savaşan askerinin azlığı nedeniyle, uzun zaman dikkatleri çekmedi. Ertuğrul Bey 1298 yılında, ‘Toprak Beraatı’nı alıp ölünce, yerine en küçük oğlu Osman Bey geçti. Bu sırada Anadolu Selçuklu Devleti de yıkılmıştı. Beraat çok önemliydi. Bulunduğu yerlerin sahibi olmalarının yanı sıra; fethettikleri yerler ve ‘Beraatı’ olmayan beyliklerle yaptıkları birleşmelerdeki topraklar da kendilerinin sayılıyordu. Bu nedenle, ‘Beraatı’ bulunmayan küçük beylikler; toprak bütünlüklerini büyük beyliklerden koruyabilmek için; yakın gördükleri beyliklerle birleşme yolunu seçiyorlar; ya da saldırıya uğrayarak hem canından, hem de malından oluyorlardı. Toprağı, beylikleri ve boyları olmayanlar da ‘Beraati’ olan beyliklere gelip yerleşiyorlardı. Anadolu’daki bütün Beylikler gibi, Osman Bey’de kendi adını verdiği beyliğinin bağımsızlığını ilân etmişti.’Toprak Beraatleri’ olan, Eretna, Karamanoğlu ve Germiyanoğlu gibi güçlü beylikler, devlet kurma haklarını kendilerinde gördükleri için, birbirleriyle uğraşmaya, anlaşmaya, olmazsa savaşmaya başladıkları için, küçük beyliklerin ne yaptıklarına önem vermiyorlar; ‘onları saf dışı bırakmak kolay’ diye düşünüyorlardı. Osman Bey, bu fırsatlardan çok iyi yararlandı. Önce Beyliklerle dost geçinip, Bizan kentlerine hücum ederek; Eskişehir’i de içine alan kentleri, Bilecik kentini, İznik ve İnegöl’ü aldı ve Bursa kapılarına kadar dayandı. Bu durumu gören ve Moğolların baskısından, ağır vergilerinden kaçan Türkmenler de Osman Bey’e gelerek emri altına girdiler ve O’nu tanıyıp destekleme yemini ettiler. Osman Bey, Kayı Boyu’nun Bilge kişisi Şeyh Edebali’nin kızı Mal Hatun’la evlendi. Edebali de Boyumuz Beyi ve Bilgesi Akdede gibi, tüm Oğuz Boylarında saygı gören, sözü dinlenen Atabey’di. Ayni zamanda Osman Bey ve kardeşlerinin de Atabeyi (Hocası-Lalası) olan Edebali, Osman Bey’in danışmanı ve yol göstericisi olmuştu. Geleceğe ilişkin bütün plânlar birlikte yapılıp uygulamaya konuluyordu.(Yazarın Notu: Şeyh Edebali’nin; öğrencisi ve damadı olan Osman Bey’e, Osmanlı Beyliği’nin başına geçtikten sonra verdiği öğüt, bu gün bile ders alınacak değerdedir Dileyen okurlarımız, bilgi kaynaklarından bu ‘ öğüde’ ulaşabilirlir.) Anadolu Selçuklu Devleti’nin sona ermesinden sonra öne çıkan Karamanoğlu ve Germiyan Beyliklerinin gücü ve kuvveti tartışmasız olarak devlet kuracaklarını; ama hangisinin üstünlük sağlayacağının henüz anlaşılamadığını gösteriyordu. Edebali, Osman Bey’e : ’Bak oğul, akıl güçten önce gelir. Akıl ile güç birleşmedikçe, güç ve kuvvet işe yaramaz, hatta kendine zarar verir. Sen, önce aklını kullan; sonra da gücünle birleştir. Böylece az gücün çok olacak; çok güçlü olanlar senin önünde boyun eğecektir.’ Bu özlü konuşmayı can kulağıyla dinleyen Osman Bey: ‘ Bilirsin ki sözünden çıkmam. Plânın nedir? Komutanlarım ve ben seni dinlerim.’ Edebali: ‘Bir mektup kaleme alıp tüm beyliklere gönderilsin.’Toprak Beraatimiz’ bildirilsin. Herkesle iyi geçineceğimiz, yeri yurdu olmayanlara, sıkıntıya düşenlere yer vereceğimiz, yardım edeceğimiz duyurulsun. Kendi Beyliğimizi genişletip büyüterek yaşayacağımız; Anadolu Selçuklu Devleti yerine devlet kurma işine karışmayacağımız bildirilsin. Böylece kimse senden tehlike beklemesin, yanında bilsin. Ordunu savaşçı boyların askerleriyle güçlendir.’Toprak Beraatin’ elinde sihirli değnek olsun. Askerin az olsun ama öz olsun. Salur Boyu’nun namını bilirsin. Şu an, arkadaşım Bilge Akdede başında bulunur. Germiyanoğlu Ali Beyin kayınpederi olup; benim gibi devlet yönetiminde sözü geçer. Ali Bey, yerleşik düzene geçmeleri için kendilerine yer arar; ama ‘Beraat’ verecek uygun yer bulamazmış. Bizim ise çok değerli ve boş yerlerimiz vardır. Böyle değerli bir boyla ‘Beraat’ vererek birleşmenin tam zamanıdır. Hem Germiyan Bey’i ile iyi geçinmek; hem de okçu, atçı ve savaşçı bir boyu beyliğimize katmak için, her iki tarafa da bir mektup göndermek gerekir. Zamanı gelince aklını ve gücünü kullanıp amacına ulaşabilesin. Bu yazının altında hem senin, hem de bilge olarak benim imzam bulunsun ki inandırıcı olsun.’ Osman Bey ve komutanları bu plânı uygulamayı gönülden desteklediler ve gereğini yapmaya başladılar. Edebali, Akdede’ye bir mektup göndererek; ‘ Duydum ki yerleşik düzene geçmek istiyormuşsunuz. Buraları Kütahya civarından çok güzel. Yeni yerler fethettik. Güzel otlaklar sizleri bekler. Boyunu toplayıp gel. Damadım Osman Bey, ‘Beraat’ alıp beyliğini ilân etti. Oğuz Boylarından sıkıntıya düşenlere yardım etmek geleneğimizdir. Bizans’tan daha çok yerler fethedilecek. Sizin boyunuzun okçu, atçı ve savaşçılarına ihtiyacımız var. Bu fetihlere katılıp, kendi yurdunuzu fethetme ve tarihteki yerinizi alma zamanıdır. Gelirseniz, Atabeyimiz olur; ‘Toprak Beraatınızı’ alır; damadınız Süleyman Şah ile damadım Osman Bey’in dostluk temellerini de atmış olursunuz. Biz, iki bilge kişi bir olup; çok yararlı işler yaparız.’ Akdede, önce boyumuzun önde gelenleri; sonra da damadı Germiyanoğlu Süleyman Şah ile mektubu değerlerdirdi. Süleyman Şah, kendisine gelen bir mektubu da kayınpederine uzattı ve: “ Bizimle dostluk kurmak, iyi geçinmek ve gerekirse yardımda bulunmak isterler. Yeni alınan yerleri de sizlere açmak ‘Beraat’ vermek isterler. Küçük bir beyliktir ama desteği önemlidir. Devlet olmak istiyorsak yanımızda görmeliyiz. Hele sizler boy olarak gider de’Beraat’ alıp aralarına yerleşirseniz, destek ve birleşmeyi daha kolay sağlarız” konuşmasıyla niyetinin ne olduğunu belirtmiş oldu. Boyumuzun önde gelenleri, yılan hikâyesine dönen ‘yerleşik düzen için yer gösterme ve geciken Beraat’ işine öfkelenmeye başlamışlardı. Önce hazır bir yer; ardından fethedilecek yerlerde kendilerine ait olacak “Beraat’ verilmiş beylik toprakları, hepsinin özlemlerini gerçekleştirecek vaatlerdi. Bu nedenle davete çok sıcak bakıyorlardı.  

     Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın de niyeti belli olduktan sonra; Salur Boyumuz, Akdede Bey’in yönetimi altında; Damadı Çandarzade Ali bey’i de beraberine alarak, 1322 yılında Osmanlı Beyliği topraklarına göç etti ve İznik, Bilecik, İnegöl ve Yenişehir arasına yerleştirildi. Akdede, 55 yaşına gelmiş biri olarak, Boy Beyliği görevini, oğlu Hacı İl Bey’e devredip bilge olarak kaldı. Osman Bey de, Salur Boyu askerlerini; ünlü Komutanları ve yeni Boy Beyleri Hacı İl Bey yönetiminde, hemen Bursa Kuşatmasına gönderdi. Yerleşik düzene geçmeleri ve ‘Beraat’ için de ‘Bursa’nın fethini beklemeleri gerektiği, orada çok daha güzel yerler bulunduğu’ kendilerine söylendi…

       1326 yılında Bursa alınmış; Osman Bey ölmüş; yerine Orhan Bey geçmişti. Osmanlı Beyliği büyümeye ve güçlenmeye; Edebali’nin plânladığı gibi devam ediyor; Beyliklerle iyi geçinip Bizans’tan toprak alıyordu. Çanakkale’ye kadar olan yerler fethedilmiş ve yeni yerleşim alanlarına kavuşulmuştu. Salur Boyumuza, Osmanlı Beyliğinin başkenti yapılan Bursa kentinin boşalan evleri ve mahalleleri gösterilerek: ‘Buraları sizin. İstediğiniz gibi yerleşin ve istediğiniz mesleği seçin. Siz yerleşirken Beraatınız da verilir ’ denmiş; ama boyumuz insanları; ‘biz, hayvanlarımızı doyuracak otlak yerler isteriz. Kendi evlerimizi kendimiz yaparız. Kâfir evlerinde oturmak istemeyiz. Yöreyi araştıralım, size haber veririz’dediler ve araştırma sonucu; Bursa’nın Karacabey Ovası’na ulaştılar. Göz alabildiğince uzanan ve her tarafından geçen akarsularla sulanan; yemyeşil ve dümdüz ova karşısında nefesleri kesildi. Hele tatlı su deposu Manyas Gölü’nü de görünce; AKDEDE: “ Dedelerimizin bizlere anlattığı Maveraünnehir’den de daha güzel” sözleriyle düşüncesini belli edince; ‘biz burayı ve Beraatını isteriz’ kararlarını verip; bildirdiler. İstekleri kabul edildi ve oraya, ’Beraatlerini almak ve yerleşik düzene geçmek üzere’ konakladılar…

      Salur Boyu için ‘Beraat’ fermanını almak üzere, AKDEDE ile yanındaki savaşa katılmış Komutan Hacı İl Bey ve bilge heyeti; Şeyh Edebali’nin de bulunduğu; Orhan Bey’in huzuruna çıktılar. Orhan Bey: “Atabeyimiz Edebali de yanımızdadır. Biz, Salur Boyu olarak sizi kendimiz bildik, davet ettik ve bağrımıza basıp bütünleştik. Bursa’nın alınışında gösterdiğiniz kahramanlıklar dillerdedir. Biz, 10 yıldır kuşattığımız kenti alamazken; Hacı İl Bey komutasındaki sizin okçu, atçı ve savaşçılarınız sayesinde 10 ayda aldık. Biliyoruz ki sizlerin katılmasıyla çok güçlendik. Bu savaşta et ve tırnak gibi olduk, kaynaştık. Orta Asya Türk kardeşliğinin dayanışma ve sevincini yaşadık. Bundan sonra Türkler arasında; Türk olmaktan başka BOY gibi, BEYLİK gibi ayrılıklar ortadan kalkmalı. Bütün Türk Boy ve Beylikleri, bir ve birlik olmalı. Boylar ve Beylikler, kendi çıkarları için devlet yıkmaktan ve kendi çıkarları için devlet kurmaktan vazgeçmelidir. Osmanlı Beyliği’nin hiçbir Türk Beyliği toprağında gözü yoktur. Önümüzde fethedilmeyi bekleyen Bizans, Rumeli ve Avrupa toprakları vardır. Bir olursak, bütün Avrupa bizim olur. Biz bu adımı atıyor ve sizlerin de bu düşünceyle adım atmanızı bekliyoruz. Artık bizim topraklarımız sizin de topraklarınız oldu. Ferman bizimdir. Topraklarımızın neresini isterseniz sizindir. Siz iki bilge kişi, bizim ve sizin bilgelerinizle ve devleti yönetenlerimizle; yalnız bu günümüzü değil; geleceğimizi de düşünerek görüşün. Sonucu bana bildirin, ferman yapayım” konuşmasını yaparak ayrıldı. AKDEDE ve heyeti, beklemedikleri bu konuşma karşısında hem sevinmişler; hem de ‘Beraat’ alamayacaklarını sanıp üzülmüşlerdi. Toplantıdan sonra Şeyh Edebali, AKDEDE ile baş başa görüştü ve: “ Ben ve sen biliyoruz ki, bu zamana kadar kurulan Türk Devletlerinin hepsi Türk Boyları tarafından kurulmuş ve Türk Boyları tarafından yıkılmıştır. Son yıkılan Anadolu Selçuklu Devleti de bundan nasibini almış; Türk Moğollarla işbirliği yapan Türk Boy ve Beylikleri, Anadolu Selçuklu Devletini göz göre göre yıkmıştır. Yeni devleti kim kuracak? Boy ve Beyliklerin desteğini alan kuracak. Ne zamana kadar yaşayacak? Boy ve Beyliklerin desteklerini çekinceye kadar yaşayacak. Biz tarih boyunca, hep devlet yıkıp devlet mi kuracağız? Bak Bizans’a, bak Mısır’a, bak Avrupa’ya hep ayni devletler ve kurulmuş güzel kentler. Biz neden böyle olmayalım?” sorularıyla düşüncelerini açıkça belirtip, yanıt bekleyen bakışlarını AKDEDE’ye çevirdi. AKDEDE, her derin düşünceye dalarken yaptığı gibi; sağ eliyle aksakalını avuçlayıp yukarıya doğru kıvırdı; gözlerini uzak bir noktaya odaklayıp uzun bir süre düşündükten sonra, derin bir iç geçirerek Edebali’ye baktı ve: “ Bundan bin beş yüz yıl önce, Boyların ve Beyliklerin önemi, görevi ve işlevi varmış. Kötülük için değil, iyilik için Oğuz Kağan tarafından kurulmuş. Ama zaman içinde bencil düşünenlerin kötü silâhı olmuş. Dediklerine katılıyor; ama uygulaması zor diyorum. Aslımızı inkâr etmemiz beklenemez. Osmanlı Beyliği, diğer boy ve beyliklerden, gördükleri zulüm ve çektikleri sıkıntı nedeniyle ayrılan insanları; yeni ve bereketli topraklarına yerleştirmeli ve ayrım yapmadan kucaklamalı. Baştan kendisi boyunu bir tarafa bırakmalı ve insanlara da verdiği mutluluk ve güvenle boylarını unutturmalı. İnsanları iyi yönetenin ve güçlü olanın sözü geçer. Söz dinlemeyenlere kılıç söker. Devlet, adaletli kalkmayan kılıçlardan çöker. Osmanlı bunu unutmamalı, verdiği sözleri tutmalı. Sözün ve mektubun, bize ‘Beraat’ sözünü taşıyordu. Şimdi ise; ‘Beraat’ yok deniyor. Ben bunu boyuma anlatamam. Anlatırsam; ‘Şeyh Edebali sözünden döndü’ diye anlatmam ve senin bilgeliğine kara çalmam gerekir ki; bu bana yakışmaz. Bizim boyumuza ‘Beraat’ verilsin ve alınacak karar sonrasına uygulanıp; bize verilen de gerekirse iptal edilsin. Yakışan budur. Osmanlı Boy ve Beylikler unutulsun diyor; kendi adını alan beylik kuruyor. Bunu ‘ aslınızı unutun’ dediklerinize nasıl açıklarsınız?..” Bu kez gözlerini Edebali’nin gözlerine dikti ve yanıtlarını bekledi.

         Yüzünde hiçbir kızgınlık ve kırgınlık taşımadan; dudaklarında gülümsemeyle ve büyük bir dikkatle konuşmayı dinleyen Edebali: “ Beraatınız verilecek ve iptal edilmeyecek. Karar alınırsa, sizden sonrasına uygulanacak. Ama boy beyliğiniz, il beyliğine dönecek. Bulunduğunuz ilin adıyla; örneğin: ‘Bursa Beyi’ olarak anılacaksınız. Aslını kimse inkâr etmeyecek ve unutmayacak. Bu kötü davranışlar son buluncaya kadar rafa kaldırılacak. Osmanlı, ‘Kayı Boyu’ nu kullanmaktan vazgeçti. Gelecekteki yıkımları önlemek için, Beyliğine katılacak olanlardan da Boy ve Beylik adlarını bırakmalarını şart koşmaya başladı. Osmanlı adına gelince; bu karar alınmadan, önceden verilmiş bir ad. Ama açıklaması da çok rahat: Osman adı, Orta Asya Türkçesindeki Ataman’dan gelir. Senin de bildiğin gibi ‘Ataman, iyi yöneten’ anlamındadır. İslâm Dini’nin etkisi altında kaldığımız için; ‘Ataman’, Arap lehçesi de katılarak ‘Osman’ olmuştur. ‘Osman’ın anlamı da aynidir. Bu nedenle; ‘Osmanlı’ adı, bir insan adı değil; ‘iyi yöneten’ anlamında bir sıfattır. Eğer kişi adı verilecekse; Ata Ertuğrul Gazi’nin adının verilmesi gerekir. Bu düşünülmüş ve hem ad, hem de sıfat olan ‘Osman’ adı seçilerek, iyi bir buluş sergilenmiştir. ‘Osmanlı Devleti’ demek; ‘Ataman Devleti’ yani ‘İyi Yönetenler Devleti’ demektir. Bunu anlatmak da biz bilgelere düşmektedir. Herkes Osmanlı tebaası (uyruğu, vatandaşı) olacak; hiç kimse, kimsenin boyunduruğu altına girip, sıkıntı çekmeyecek ve zulüm görmeyecektir.” İki bilge de düşüncelerini dile getirmiş olmanın rahatlığı içinde yarınki toplantıya hazırlandılar.

    Ertesi gün yapılan ve akşam geç saatlere kadar süren toplantı sonunda, herkes düşüncelerini açıkça söyledi ve tüm düşünceler tartışılarak; Orhan Bey’in ana hatlarını çizdiği; her iki bilgenin kendi aralarında tartıştığı ve kararlaştırdığı şekilde açıklanarak, ortak kararlara varıldı ve Orhan Bey’in onayına sunulup ferman yapıldı. ‘Toprak Beraatı Verme’ fermanının kaldırılması, daha ileriye bırakılmasına rağmen, hiç kaldırılmadı. Padişahlar bunu ‘koz’ olarak kullanmaya devam ettiler…

     Bu toplantıdan sonra, başta Osmanlı olmak üzere, Osmanlı Beyliğine, daha sonra Devleti’ne ve daha sonra da İmparatorluğu’na katılan Türkler, daha önce bağlı oldukları ‘Oğuz Boylarının ve Beyliklerinin’ adlarını bırakıp ‘Osmanlı Tebaası, Osmanlı Beyi veya bulunduğu kent adını taşıyan …. Beyi’ adını aldılar. Boyların ve Beyliklerin unutulması için ne gerekiyorsa yapıldı. Ancak 300 yıl sonra, ‘Boylardan ve Beyliklerden tehlike gelmiyeceği’ noktasına ulaşılınca; Boylar ve Beylikler tekrar araştırılmaya başlandı ve tarihteki yerlerini aldı. Boylar ve Beylikler 300 yıl içersinde o kadar unutulmuştu ki; Osmanlı, kendi boyunu dahi hatırlayamadı ve Vakanüvüsler (tarihçiler) tarafından yeniden araştırılarak “Kayı Boyu” gerçeğine ulaşılabildi…

      Bursa Karacabey Ovası ve Manyas Gölü civarı için boyumuza ‘Toprak Beraati’ verildi. Boyumuz yerleşik düzene geçme hazırlığı yaparken, Orhan Bey’in oğlu Süleyman Şah, Rumeli’ye geçmek için; Bursa alınışında gösterdikleri büyük kahramanlıklarını yakından gördüğü ve hayran olduğu; Boyumuzun Komutanı Hacı İl Bey’i; kendisine yardımcı olarak seçti. Boy askerlerimizin ‘okçu, atçı ve savaşçı’ larını seçmenin yanı sıra; ordunun lojistik desteğini (yiyecek. İçecek ve diğer ihtiyaçlarını) karşılamak üzere de boyumuzu seçti. Bursa alınışında sakat ve gazi olanlarla konar – göçer yaşamını sürdüremeyecek kadar yaşlı, hasta ve çocuk olanlar kaldı. Diğerleri ordunun peşi sıra yeni fetihlere gitti; 50 koca yıl Rumeli’de konar-göçer yaşayıp ordunun peşi sıra gezdi ve bir daha da geri dönemedi. 1396 yılında yapılan Niğbolu Savaşı’ndan sonra Padişah Yıldırım Bayezit; Niğbolu, Plevne ve Lofça’nın ‘Toprak Beraatı’nı mühürleyip, yeğeni olan Niğbolu Beyi (Boyumuz Beyi) Doğan Bey’e verdi ve ardından da Karacabey Ovası’nda verilen yerin Beraat’ını, boyumuzun orada kalan nüfusuna göre küçülttü. 1072 yılında Anadolu’ya göç edip, yerleşik düzene geçmek için ‘Toprak Beraatı’ isteyen ve 324 yıl oradan oraya, Asya’dan Avrupa’ya ve cepheden cepheye koşturulan Salur Boyu Dedelerimizin; yeri, yurdu tescil edilmişti. 1878 Plevne Destanı sonuna kadar burasını yurt edindiler…

          1350 yılında, Osmanlı Beyliği daha da gelişmiş ve güçlenmiş olarak, Bizans fetihlerine devam ediyor; plân gereği Türk Beyliklerinden uzak duruyordu.’Beraat’ vadiyle Karesi Beyliğini de topraklarına kattı. Orhan Bey, oğlu Süleyman Şah’a Çanakkale’yi alma, donanma kurma ve Rumeli’ye geçme emrini vermişti. Süleyman Şah; kendi özel askerlerinin yanına boyumuzun okçu ve atçılarını da katarak denileni yapmış; bugünkü Lâpseki yakınında basit tersane kurmuş ve gemiye yakın büyük sallar yaptırmıştı. Bu sallara at ve askerlerini bindirip Rumeli’ye geçmiş; Çanakkale Boğazı’nın kilidi sayılan Çembe Kalesi’ni alıp tersane kurma çalışmalarına başlamıştı. Sallar yardımıyla askeri gücünü çoğaltarak Trakya’da Gelibolu, Bolayır, Malkara, Çorlu, Tekirdağ gibi yeni topraklar fethetmeye başlamıştı. Bu sırada Süleyman Şah,(Paşa) 1357 yılında Ergene Nehrinde boğulunca, fetihler yavaşladı.1362 yılında Orhan Bey öldü ve I.Murat (Hüdavendigâr) Padişah oldu. Trakya fetihlerine devam olunarak, Lüleburgaz, Kıklareli ve Edirne alınıp, Hacı İl Bey komutasında Filibe ve Gümülcine de Osmanlıların eline geçti. Artık Rumeli, Balkan ve Avrupa kapıları açılmıştı…

       Yaşına rağmen, Bursa Karaca Ova’da kalmayıp, Boyumuzla birlikte orduyu takip eden Boyumuz Bilgesi AKDEDE, Süleyman Şah’ın ölümüyle yıkıldı ve iki gün sonra öldü. Bazı tarihçilere göre; mezarı da Bolayır’a; Süleyman Şah’ın mezarı yanına yapıldı. Bu tarihçilere göre; 1357 yılında; Süleyman Şah’la ayni yılda ölen AKDEDE; Atabeyliğini yaptığı Yıldırım Bayezit’in, 1381 yılında torunuyla evlenip damadı olduğunu ve Oğlu Hacı İl Bey’in de 1382 yılında Padişah damadı olduğunu göremeden öldü. Bir başka tarihçilere göre de; AKDEDE, 97 yaşında; 1398 yılında, Boyumuzun Lofça, Plevne ve Niğbolu’da yerleşik düzene geçtiğini gördükten sonra öldü. Buna göre, mezarının da Lofça’da olması gerekiyor. (Yazarın Notu: AKDEDE’nin yaşı, ömrü ve ölümü üzerinde çelişkili tarihler var. Bu kullanılan ayrı takvimlerin birbirine çevrilmesinden kaynaklanıyor olabilir. Sağlıklı ve normal bir insanın ömrü göz önüne alındığında; AKDEDE’nin 85-90- yaşlarında öldüğü ve Gelibolu’ya gömüldüğü akla va mantığa uygun düşüyor. Osmanlı Şehzadesi Süleyman Şah’ın mezarı, ölümünden yüz yıl kadar sonra, bugün hala varlığını koruyan türbe haline getirilirken; - eğer oradaysa- AKDEDE’nin mezarının korunup korunmadığı bilinmiyor. Türbe yanında ve yakın çevresinde yer alan, isimsiz (İslamiyetin ilk yıllarında mezar taşı konmuyor ve isim yazılmıyordu. Taş dikmek Şaman inanışından geldiği için de özellikle istenmiyordu.) eski mezarlardan biri belki de AKDEDE’nindir.) AKDEDE’nin sağlığında daha beylik görevini üstlenmiş olan Hacı İl Bey’e 1368 yılında, Kırklareli’nin alınışından sonra ‘Rumeli Beyliği’ unvanı verildi.

        Bu sırada, yani 1363- 1373 yılları arasında; Anadolu’da; özellikle Karamanoğlu ve Germiyan Beylikleri arasında devlet kurma mücadelesi bütün hızıyla sürüyordu. Karamanoğlu’nun saldırısına uğrayan Tımar sahibi Hamidoğlu Hüsamettin İlyas Bey, Germiyanoğlu’na sığındı. Boyumuzun damadı Germiyanoğlu Süleyman Şah’ın desteği ile topraklarını geri aldı, ama Karamanoğlu ile Germiyanoğlu birbirine amansız düşman olarak saldırmaya başladı. Boyumuz damadı Germiyanoğlu Süleyman Şah; kendilerinden; eşi Devlet Hatun’un bağlı olduğu, Salur Boyu’nu savaşçı olarak isteyen ve Beraat veren; kayınpederi AKDEDE’nin de gidip yerleştiği Osmanlı Beyliğinden yardım istedi. Yardım karşılığı da kızı Gülçiçek Hatun’u, Şehzade Bayezit’le evlendirmeyi ve çeyiz olarak da; Kütahya, Gediz, Simav, Emet civarını vermeyi önerdi. Durum Padişah I. Murat (Murad-ı Hüdavendigâr) tarafından değerlendirilip uygun görüldü ve evlilik gerçekleştirildi ve Yıldırım Bayezit, boyumuzun damadı- eniştesi oldu. Önceden de belirtildiği gibi; I. Murat, kızı Melik Hatun’u da, kahramanlığını çok beğendiği ve Rumeli Fethi için görevlendirdiği; AKDEDE’nin oğlu, Hacı İl Bey’e verdi ve kesin olarak ‘SALUR BOYU ile KAYI BOYU BİRLEŞMESİNİ SAĞLADI.’ Bunun sonucunda Salur, Germiyan, Çandarlı ve Osmanlı birbirleriyle akraba oldular. Bu akrabalığın en büyük yararını da Osmanlı gördü. En büyük beylik olan Germiyan Beyliğini içinde eriterek ortadan kaldırdı. Gerekli güce ve ortama ulaştıktan sonra da diğer beyliklerin üstesinden geldi ve 613 yıl süren Osmanlı İmparatorluğunu başlattı…

                                                        *     *     *     *     *

  

         Tarihçe Öykümüzün Üçüncü Bölümünde, ‘2229 yıllık boy geçmişimizde, 41 Dedemiz olduğunu; bu Dedelerimizden 16’sını araştırıp Niğbolu- Plevne ve Lofça’ya ulaştığımızı; Plevne Destanı’ndan sonra da köyümüz Hamitabat’ı kurduklarını; köyümüzde yaptıklarını ve bizleri nasıl yetiştirdiklerini; köyümüzün Üçüncü Kuşak Dedesi ağzından anlatmaya çalışmıştık. Geriye kalan 25 Dedemiz için de Orta Asya’ya gidip izlerini takip ederek Salur Boyumuza ulaşmış ve 20 Dedemizin yaşamları konusunda bilgiler sunduktan sonra da Anadolu’ya nasıl göç ettiklerini; göçten sonra ki 5 Dede ömürlü Anadolu yaşamlarını; tarihsel belgelere dayanarak, bu bölümde anlattık ve başladığımız noktaya geldik. Köyümüzün Tarihçe Öyküsü’nü; 2009 yılında ulaşabildiğimiz bilgi kaynaklarına göre, noksansız tamamladık. Bundan sonraki yıllarda yapılacak yeni araştırmalar; tarihsel bulgu ve belgeler olursa – ki olur- bunları araştırmak ve Tarihçe Öykümüze ek yapmak; bizden sonraki kuşakların görevidir…

                                                   *     *     *     *     *

              

                          DEDELERİMİZİN (BOYUMUZUN) ANADOLU’DAKİ İZLERİ

         * 93 HARBİ SONUNDAKİ GÖÇLERLE GELEN BOYUMUZ İNSANLARI

    1878 Plevne Savaşı’ndan sonra durdurulamayan Osmanlı yenilgileri ve gerileyişi sonunda, bu gün sınırlarımız içinde bulunan Trakya bölümü dışında kalan tüm Trakya, Rumeli ve Balkanlar elimizden çıkmış ve bu gün o coğrafyalarda yer alan devletlere bırakılmıştı. Bunun sonucunda da bu coğrafyada yaşayan Türkler’e göç etmek düşmüştü.

      O yıllarda, bu gün sınırlarımız içersinde yer alan Trakya ve Başkent İstanbul’un çevresi, Padişah’ın özel mülkü kapsamında sayılıyor ve ‘EMLÂK ŞAHANE’ adı veriliyordu. Trakya toprakları, Osmanlı komutanları ve Beylerine; ‘Timar’ adı ile kira karşılığı veriliyordu. Komutan ve Beyler, işledikleri bu toprakların ürünleriyle hem sarayın, hem İstanbul’un hem de Ordunun ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. Bu nedenle de Osmanlı’nın eline geçmeden önce var olan; şehir, kasaba ve köylerin dışında kalan Trakya topraklarına iskân (Yerleşme) izni verilmiyor; boş bırakılıyordu. 93 Harbi sonunda Trakya Topraklarının % 90’nı Emlâk Şahane (Padişah Arazisi) kapsamındaydı ve boştu. (Köyler yoktu.)

       Köyümüzü kuran dedelerimizin, Boyumuzun son Beyi Ahmet Cevdet Paşa sayesinde “Toprak Beraatı’ (İskân Müsaadesi), yerleşim izni almasının ardından; Rumeli’den durdurulamayan göçler başlamıştı. Yine Ahmet Cevdet Paşa’nın girişimleriyle ve: ”Bu göçler geçicidir. Osmanlı eski gücüne kavuşacak ve kaybedilen yerleri geri alıp; göç edenlere, geride bıraktıkları topraklarını kazandıracaktır. Bu nedenle, göç edenleri en yakın yerlere iskân edelim ki geriye dönmeleri de kolay olsun’ düşüncesinin kabul edilmesiyle, Trakya toprakları iskâna açılmıştır. Yunanistan, Osmanlı’dan 1820’li yıllarda ayrılıp bağımsızlığına kavuştuğu için; buradan göç eden insanlarımızın büyük bölümü; İzmir ve civarına yerleştirilmiş; geri kalanları da Tekirdağ, Kırklareli ve Edirne kentlerine yerleştirilerek soruna çözüm üretilmişti.

     93 Harbi sonunda göç edenlerin tümü Rumeli ve Balkanlardan gelenlerdi ve büyük çoğunluğu da Trakya’ya yerleştirildi. Dedelerimiz 15 bin nüfuslu Lofça’dandı. Bunun dışında, 30 bin nüfuslu Niğbolu ve 25 bin nüfuslu Plevne ile civar köylerde bulunan Türklerin çoğu da boyumuzun insanlarıydı. Bundan başka; toplamları 60’şı geçen köyler ve Filibe’de ‘Akıncı Birliği’ne katılan ve yöneten; bu nedenle de Filibe’de ikamet eden (Zühtü Bey’in dedeleri gibi) boyumuz insanları da vardı. Yaklaşık olarak 70 bini bulan Boyumuz insanlarının savaş sonrası kalan insan sayısı; en kaba tahminle 20 bin kadardı. Bu insanlarımız, bizim dedelerimizden sonra Anayurdumuza göç etmişler ve büyük bölümü de Trakya’ya yerleştirilmişlerdi. Acaba onlar nereye yerleşmişti? Tarih Babayla birlikte yaptığımız araştırmada:

       Lüleburgaz Celâliye ve Hamzabey köyleri; Pınarhisar Osmancık Köyü; Kırklareli Dolhan ve Üsküpdere köyleri; Tekirdağ Hayrabolu’nun Lâhana ve civarındaki köylerin bazıları; Tekirdağ –Şarköy Evreşe Köyü ve civarında yer alan bazı köyleri; Edirne Merkezinde iki mahalle; Edirne – Keşan Çamlıca Beldesi ve civarında yer alan üç köy. Kocaeli – İzmit Merkez İlçesine ve İznik İlçesine bağlı 2 belde ve 7 köy. Bursa – Yenişehir İlçesinin iki mahallesi ve bağlı üç köyü; Niğbolu, Plevne ve Lofça’dan 93 Harbi sonunda göç etmiş, Salur Boyu insanlarıdır. Bunlarla Boy akrabalığı dışında; kan bağı ve evlilik bağı akrabalıklarımız yoktur. Köyümüzün bazı ailelerinin; adlarını sıraladığımız yerlerde yaşayanlarla, göçten önce ve göçten sonra süren evlilik ve kan bağı akrabalıkları vardır. Bu aileler ilişkilerini halen sürdürmektedirler… (Yazarın Notu: Kıstlı olanaklarımla; Trakya’nın ulaşabildiğim yer lerinde Niğbolu, Plevne, Lofça ve Filibe’den göç edenleri araştırdım. Ulaşamadığım yer varsa hata bendendir.)

 

          * KARACABEY OVASI, MANYAS GÖLÜ KIYISINDA SALUR BELDESİ

      Ben; yurdumuzu adım adım gezmekle övünen biriyim.1961’ li yıllardan itibaren, 1967 yılına kadar her yaz tatilinde; yurdumu gezdim, gördüm, tanıdım ve sevdim. Ama övünmem yersizmiş. İlleri veya bazı ilçeleri, bazen de denk gelen köyleri gezmek, görmek ve tanımakla; her tarafı tanımak arasında büyük bir fark varmış. Bunu Köyümüzün Tarihçe Öyküsü’nü yazmak için araştırmalara başladığımda öğrendim. Tanımakla övündüğüm yurdumu, çok az tanıdığımı görüp, söylediğimden utandım. Dedelerimizin Anadolu’da Aradığım izleri, yerleri ve belgeleri gözümün önündeymiş de haberim yokmuş. Sizlerin de haberlerinizin olmadığını sandığım (beni yanıltanları kutlar ve özür dilerim) yerleri; hem akrabalık, hem de mesafe açısından, yakından uzağa doğru sizlere de tanıtmak istiyorum.

     Hani Dedelerimiz, Bursa’nın alınışından sonra; Rumeli’ye gitmeden önce; Bursa- Karacabey Ovası ve Manyas Gölü civarında yerleşik düzene geçmişlerdi ya! Öyleyse, oralarda bir yerlerde bizim dedelerimizin 500 yıl önceki akrabaları yaşamaktaydı. Ama nerede ve nerelerde?... Küçük ölçekli, ayrıntılı haritalar üzerinde araştırmalar yaparken; Manyas Gölü kıyısında SALUR adlı bir yerleşim birimine rastladım. Daha önce Manyas Gölü ve civarına en az üç kez gitmiştim. Gözümün önünde, burnumun ucunda bulunan ve de adı da SALUR olan koca beldeyi görememiştim. Eşimle birlikte arabamıza atlayıp gittik ve SALUR BELDESİ’ne ulaştık. Belediyesi olan; taze ve kuru fasulyesi festival yapacak kadar ünlenen 4 bin nüfuslu; Manyas Gölü kıyısında kurulmuş, Gönen İlçesine bağlı şirin bir belde. O seçim döneminin Belediye Başkanı Sayın Rafet BARKA ile görüştük. Kendimizi tanıttıktan sonra ilk sorumuz: “Beldenizin SALUR adı nereden geliyor?” oldu. Başkan: “Beldemizi kuran halkın bağlı olduğu Orta Asya’daki boylarının adı SALUR BOYU’ymuş. Dede Korkut da bu boydanmış” öz açıklamasını yaparken; gözlerinde amacımızın ne olduğunu anlamaya çalışan soru işaretleri ile bize baktı. Kendimizi daha ayrıntılı tanıtarak, bizim de Salur Boyundan geldiğimizi ve tarihçe hazırladığımızı söyleyince Başkan:” Bizim Tarih Öğretmenimiz Ali ALKOÇ bu konuda bir araştırma yaptı ve yerel gazetemizde yayınlandı” diye sözlerine devam etti. Bizi, her belediyenin başına musallat olan ve belediyeleri hakkında yazılar, tanıtıcı sayfalar, ilân ve broşürler, daha ileri gidip kitaplar yayınlayan ve para kazanmaya çalışan yayıncılardan zannetmişti. Biz durumu anlayıp, Başkan’ı rahatlattık. Çıkıp halkla konuştuk. Salur Boyu konusunda bilgileri olup olmadığını sorduk. Kasabalarının adlarından ve çooook! Eski dedelerinin adı olmasından başka bilgileri yoktu. Bizim için gerekli bulguya ulaşmış; Boyumuzun yaşayan izlerine rastlamıştık. Doğru izler üzerindeydik ve Tarihçe Öykümüzü yazmaya başlayabilirdik. Tarih öğretmeni Ali ALKOÇ tatilde olduğu için, yüz yüze görüşemedik. Telefon numarasını ve bize armağan edilen taze fasulyeyi alıp, görüşmek ve iletişim kurmak üzere vedalaştık. Tarih Öğretmeni ve Belediye Başkanı ile çeşitli kereler görüşerek bilgi alış verişinde bulunduk. Tarih Öğretmeni Sayın Ali ALKOÇ, ‘Salur Beldesi Tarihçesi’ olarak hazırladığı ve yayınladığı yazıyı da bize gönderdi. Hiçbir araştırma yapılmadan; ‘Meydan Larus Ansiklopedisi’ nin ilgili sayfasının aynisi yazılmış; yaklaşık bir dosya kâğıdı kadar yazılı bir belgeydi. O kadar bilgi herkesin ulaşacağı bir bilgiydi. Tarih Babayla birlikte yazdığımız ‘Hamitabat Köyü Tarihçe Öykümüzü’ kendilerine de ulaştırma sözü verdik…

      Manyas Kıyısında, bize en yakın akraba olan Dedelerimizin kurduğu şirin yer, Salur Beldesi, yolunuz düşerse sizleri bekliyor…

*ALANYA İLÇESİ’NE BAĞLI SALUR BELDESİ: İz sürmeye devam edelim ve hani, Dedelerimiz Germiyan Beyliği’ne kızları Devlet Hatunu’u gelin verip, yerleşmek için Kütahya civarına gelmişlerdi ya!... Burada da izlerini sürdük Dedelerimizin. Gediz Ovası’nı seçmişler ve Osmanlı tarafından davet edilinceye kadar burada konaklamışlardı. Toplu olarak göç ettikleri için de geride toplu bir yerleşim alanı bırakmamışlardı... Hani, Kütahya civarına gelmeden önce konar- göçer olarak kira karşılığı kaldıkları Alanya Beyliği toprakları vardı ya!... İşte oralara da ulaştık ve Manavgat Şelâlesi’nin sol yanından yukarıya doğru 5 km. kadar gittikten sonra karışımıza ‘SALUR BELDESİ’ çıktı. Dedelerimizden yerleşme izni alan bir bölümü burada kalmışlar ve yerleşim yerlerine de kendi boy adlarını vermişlerdi. Alanya’ya ve Manavgat’a, gezi ve tatil amaçlı en az on kez gitmemize rağmen, Salur Beldesi bizi görmüş; ama biz O’nu görememiştik. Bundan sonraki ilk gidişimizde Salur Beldesi’ne tekrar gidecek ve kendileriyle daha yakın tanışıp, daha uzun sohbet edecek; bilgi alışverişinde bulunacaktık..

     Sizlerin de, herhangi bir nedenle yolu Alanya’ya, Manavgat’a düşerse; 5 km. daha fazla yol gitmeyi göze alın ve Salur Beldesi’ne köyümüzden selâm götürün…

* YOZGAT- SORGUN’DA SALUR BELDESİ: Bir yıl kadar önce; haberleri izlediğim ulusal TV kanallarının birinde: ‘ Sorgun İlçesinin Salur Beldesinde …… ‘ diye devam eden bir haber izledim ve hemen peşine düştüm. Tokat, Amasya, Sivas ve Yozgat birbiriyle komşu illerdi. Hani bizim Dedelerimiz, Boy Beyimizi beğenmeyip ayrılmışlardı ve Yozgat’ın Bozok Yaylasında uzun yıllar, kira karşılığı konar- göçer olarak yaşamışlardı ya!... Büyük çoğunluk oradan göç ederken, bir kısmı da orada kalmışlar ve yerleşik düzene geçip Salur Beldesi’ni kurmuşlardı. Telefonla kurduğumuz iletişimde karşımıza çıkan sorumlu kişi, bizi Belediye Halkla İlişkiler Müdürü’ne bağladı. Amacımızın ne olduğunu öğrenince çok duygulandı. Salur Boyu’nu, Dede Korkut’u, Salur Kazan’ı ve Deli Dumrul’u biliyordu. Ama bizim Dedelerimizden haberi yoktu. Plevne’ye kadar ulaşıp 500 yıl yaşadıktan sonra geri döndüklereni öğrenince çok şaşırdı. ‘Köyümüzün Tarihçe Öyküsü’nün kendi öyküleri de olacağını ve merakla bekleyeceklerini’ söylererek, bizleri beldelerine davet etti.

     Yolunuz düşer mi bilemem; ama benim ömrüm yeterse ve bu koşullarda para biriktirebilirsem, gitmek istiyorum…

   * TOKAT, AMASYA VE YEŞİL IRMAK HAVZASI HEP SALUR BOYUDUR.

   Anadolu’nun fethi ile Boyumuza verilen yerleşim alanı Yeşilırmak Havzası’ydı. Bizim Dedelerimizin ayrılma nedenlerini biliyoruz. Kendilerine yerleşecek yer kalmamıştı, Boy Beyinden yer göstermesini istediler. “Herkes yerini yurdunu seçti. Evini barkını kurdu. Toprakların hepsi sahiplenildi. Siz neredeydiniz?” Anlayış ve yaklaşımıyla karşılaştıkları için de Boy Yönetimiyle bağlantılarını kesip; Anadolu içlerine doğru; kira karşılığı konar- göçer yaşam savaşına düştüler. Tokat ve Amasya yöresende kalanlar da Boy Bey’inin uygulamalarını beğenmeyenlerdendi. Çünkü tutum ve davranışlarını beğenmedikleri Kadı Burhaneddin doğrultusunda gidiliyordu ve bu gidiş iyi bir gidiş değildi. Ama ‘Toprak Beraatı’ alabilmek için; Kadı Burhaneddi’ni destekleyen ve bir olan Eratna Beyliği egemenleği altına girmeyi kabul ettiler. Sonunda, Yıldırım Bayezit tarafından yenilgiye uğratılan Kadı Burhaneddin; Anadolu Birliği’nin sağlanması için Bayezit tarafından affedilmesi düşünüldüğü anda; Salur Boyu Tokat Kadısı tarafından yargılanıp: ”İlim, irfan konusunda bilgisine hayran kaldığımız bir boyumuz insanının; devlet yönetiminde böyle kötü işler yapması; Allah katında ve kul katında kabul edilemez suçlardandır” hükmüne varıldı. Kendi boyumuz tarafından idamına karar verildi ve padişaha da idam fermanını imzalamak kaldı. Tarihin ilerleyen sürecinde, beyliklerin hepsi; Osmanlı tarafından ya ortadan kaldırıldı, ya darmadağın edildi, büyük bölümü Rumeli ve Balkanlara gönderildi ya da Beylikler sona erdirilip ‘Osmanlı Tebaası’ na geçildi. Yoğunluğu Tokat ve Amasya yöresinde; diğerleri de Sivas ve Kayseri yöresinde bulunan Salur Boyu insanlarımız; bu gün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları olarak yaşamlarını sürdürmektedirler. Tokat- Artova İlçesinde bir de Salur Beldesi bulunmaktadır.

     Bu yöreye gidip sohbet ve bilgi alışverişinde bulunduğumuz ve bilgilerine güven duyduğumuz kişiler; Salur Boyu konusunda, ayrıntılı olmasa da bilgiliydiler. Özellikle; Gazi Osman Paşa, Dede Korkut ve Kadı Burhaneddin’in aymazlığı konularında gerçekçi bilgileri vardı. Bizim Dedelerimizin Boyumuzdan ayrılıp gittikleri ve Plevne’ye kadar ulaştıkları konularında; özel araştırma yapmış bazı eğitimli kişilerin bilgisi vardı da; 93 Harbinden sonra göç edip köyümüzü kurdukları konusunda bilgileri yoktu.

 * Gelişen teknoloji sayesinde; yurdumuzun haritaları daha ayrıntılı olarak yayınlanmaya başlayınca; 2006- 2007 basımı ‘Ayrıntılı Türkiye Haritaları’nı tekrar taradık ve yurdumuzun çeşitli yerlerinde 13 adet “SALUR” adını taşıyan köy veya beldeye ulaştık. Aklımıza; “eğer Padişah İkinci Abdülhamit: ‘Kuracağınız köye öyle bir ad verin ki, köyünüz yaşadıkça benim adım da anılsın’ koşulunu öne sürmeseydi;” belki bizim köyümüzün adı da SALUR KÖYÜ olurdu düşüncesi takıldı…

 * LOFÇA, PLEVNE, NİĞBOLU, FİLİBE VE BALKANLAR VE DE RUMELİ’ DE İZLER VAR MI? Dile kolay; 500 yıl yaşanılan yerlerde iz kalmaz olur mu? Son izlediğim TRT – 2 belgeselinde Plevne kenti her yönüyle tanıtılıyordu. Civarında yer alan; Plevne’den büyük Niğbolu ve Plevne’den küçük Lofça’da ayni kültürün etkilerinde kaldığı için; dolaylı olarak yer alıyordu. Özellikle Plevne’de oluşturulan ‘Açık Hava Müzesi’nde, Plevne Destanı’nı anlatan tüm belge ve bulgular; savaşta kullanılan; toplar, tüfekler, süngüler, kılıçlar; savaşa katılan insanlara ait özel eşyalar ve daha neler neler yer alıyordu. Dedelerimiz tarafından yapılmış binalar, konutlar, camiler, hanlar, hamamlar, köprüler ve arastalar; restore edilmiş, dimdik ayaktaydılar. Kimbilir? Belki de yazılı belgeler arasında Dedelerimizin nufüs kayıtlarına da ulaşılabilirdi?...

    Lofça, Plevne ve Niğbolu; Kırklareli’ne (Köyümüze) 500 km. uzaktan; otobüsle 8 saatlik bir uzaklıktan bizlere el sallıyorlar: “Gelin; Dedelerinizin 500 yıl yaşadığı bu yerleri görün, belge, bulgu ve kanıtları yakından görün. Dedelerinizi daha iyi tanıyın” diyorlar. Kırklareli Seyahat ve Turizm Şirketleri ve diğer illerin de bu doğrultuda hizmet veren şirketleri; her hafta “Bulgaristan Gezileri” (turları) düzenliyorlar.‘Bireysel olarak belki ayni coşku yaşanmaz’ düşüncesinden hareketle; köyümüz insanlarının katılacağı bir otobüs sayısı kadar insanımızla bu geziyi topluca yapamaz mıyız?.. Muhtarlığımızın; Kaymakamlık ve Valilik kanalıyla yapacağı bir yazışma ile; Lofça, Plevne ve Niğbolu Belediye Başkanlığı ve Valilik veya Kaymakamlıklarıyla yapılacak girişimlerle; kendimizi oralara davet ettiremez miyiz? Karşılığında; biz de kendilerini “ HAMİTABAT DEDE KORKUT HIDIRELLEZ ŞENLİKLERİ VE SUCUK FESTİVALİ” etkinliklerine davet edemez miyiz? Bu etkinliğimizi ve davetimizi SALUR adını taşıyan 13 köy veya beldeye de ulaştırıp katılmalarını ve tanışmamızı sağlayamaz mıyız?... Soruları çoğatabiliriz. Bu soruların birinin ve birkaçının olumlu gerçekleşmesi halinde; köyümüzün kazançlarının düşünebiliyor musunuz?...

     
H@MİT@B@T  
   
HAMİTABAT KÖYÜ  
 

efsane39___39@hotmail.com

HAMİTABAT KÖYÜ LÜLEBURGAZA 18 km uzaklıktadır köyümüzde her sene sucuk festivali yapılmaktadır bu senede oldu 1.gün BAHA bizlerleydi 2.gün HANDE YENER 3.gün VOLKAN KONAK bizlerleydi bilgi almak icin msn ekleyebilirsiniz.

 
T@KV!M  
   
GAZETELER  
   
BİLGİLER  
   
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol